7 Mayıs 2013 Salı

TERÖR


TERÖR
Latince  terrere’den, Fransızca terreur kelimesinden  dilimize geçmiş olan terör “şaşırtma, korkutmak, dehşete düşürmek, yıldırmak “ anlamına gelir. Türkçede ise terörün bu manasını karşılamak üzere tedhiş kelimesi kullanılır.
13 Mart 1793 – 27 Temmuz 1794 tarihleri arasında Fransız İhtilaliden sonraki döneme terör dönemi denmiş ve literatüre böyle girmiştir.  
Terörizm; dinî veya ideolojik amaçlarla hükümetleri ya da toplumları korkutmak veya bir konuda karara zorlamak için masumlara ve mallara karşı illegal güç ve şiddet kullanımıdır.Şiddet  ise; bir insanı korkutmak, yaralamak, öldürmek veya bir mala zara vermek maksadıyla “fiziki güç kullanımı” şeklinde tanımlanır.
Terörizmin tanımında üç temel unsur yer alır. Birincisi bir eylemin terör olarak nitelendirilmesi için eylemin belli düzeyde şiddet içermesi gerekir. Terörizm, sadece şiddet ile açıklanamaz. İkinci unsur ise siyasi, dinî veya ideolojik amacı olmalıdır. Üçüncü unsur ise terör eylemleri masum insanları kendine hedef seçer.     
Savaşı terörden farklı kılan şey  birincisinin eşit koşullarda sadece askerler arasında gerçekleşmesi, terör ise sivilleri hedef alır.savaşta sivil kayıplar göze alınabilir. Ama eğer sivil kayıplar  askeri kayıptan çok daha fazla ise buna terör, katliam veya soykırım denir. Örneğin ABD’nin Irak’ta yaptığı  terördür.
Bir diğer önemli husus ise  terör ile mücadelede  teröristlerin kullandığı yöntemler kullanılıyorsa bu da terördür.
Terörizm küresel bir mesele olması ve terörle mücadele kapsamında uluslararası anlaşmalar imzalanmasına rağmen  uluslar arası çıkarlar nedeniyle bu antlaşmalara uyulmamaktadır.
SSCB’nin dağılmasıyla insan hakları ve özgürlükler yaygınlaşması bekleniyordu. Beklentinin tam aksine özgürlüklerin rafa kaldırıldığı, özgürlükler yerine küresel terör  yaygınlaşmıştır.
Yine  günümüzde  bazı devletler terör grupları desteklemektedir. Çünkü terör maliyeti düşük savaş yöntemidir.
 Küreselleşen dünyada terörün tanımı gittikçe  zorlaşmıştır. Uluslararası çıkarlar nedeniyle bir devletin  “Özgürlük  Savaşçısı” olarak görülen silahlı bir grub başka bir devlet tarafından terörist ilan edilebilmektedir. Ayrıca terörden fayda sağlayanlar terörün bitmesine engel olacaklardır.
Terörün Tarihi
Tarihte  ilk terörist grub zealotlar kabul edilir. Bunlar Roma’ya karşı saldılar düzenliyorlardı. Böylece Roma’nın Kudüs’ten çekileceklerini umuyorlardı. Ama Romalılar M.Ö 70’lerde  Kudüs’ü işgal etti ve bu silah grubu yok etti.
İslam dininde ilk terörist grub hariciler kabul edilebilir. Tahkim olayından ortaya sonra çıkmış , mürtekib-i kebire kabul ettikleri  Hz.Ali, Muaviye ve Amr b. As’a suikast düzenlemişlerdir. Kur’an’a lafızcı yaklaştıklarından mürtekib-i kebire kabul kabul ettikleri Müslümanların kanını ve canını helal görüyorlardı.bu da toplum genelinde büyük bir korku yaratıyordu.
Terör ilk defa Fransız Devrimiyle literatüre girmiştir. Fransız Devriminden sonra devrimi korumak için 1793-1794 yılları arasında “Jakobenlerin” hüküm sürmesidir. Bu tarihler arasındaki döneme terör denmiştir. Bu olaydan sonra terör örgütleri ihtilalci görünüm arz etmişlerdir. Daha sonra bombalama, suikastlar  tüm dünyayı sarmıştır. Nitekim I. Dünya savaşına bir suikast sebeb olmuştur.
20.yy kadar terör saldırıları  siyasileri hedef almıştır. 20.yy’dan sonra terör saldırıları sivilleri hedef almıştır.
1960’lı yıllardan sonra terör her iki bloğun birbirine karşı yürüttüğü gayrı resmi savaş yöntemiydi.
II. Dünya savaşı esnasında faşizm ve komünizm teröre ,halkı mevcut düzene bağlamak için başvurmuşlardır. 
Soğuk savaş sonrası dönemde terör küresel bir boyut kazanmıştır. SSCB’ye karşı kurulan NATO Soğuk savaş sonrası dönemde küresel terör ile mücadelede rol oynaması öngörüldü. 
Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra  ABD 5. maddeyi devreye sokarak küresel teröre ve teröristlere savaş  açtı. Böylece bir savaş yöntemi olarak  kabul edildi. Daha önceleri teröristler Siyasi suçlular olarak kabul ediliyordu. 11 Eylül saldırılarından sonra teröristler savaş suçlusu olarak görülmeye başlandı. 
Din ve Terör
Din insanı doğru yola iletmek, insanın tabiatında bulunan kötülüğü bastırmak veya başka bir yöne kanalize etmek için vardır.
Şiddetin Sami dinlerine özgü olduğu düşünülür. Halbuki Ahimsa(öldürmemek) merkezli Hint dinlerinde şiddet eylemlerine rastlamak mümkündür. Aslında her dinde radikal gruplara ve aşırı mistik gruplara rastlamak mümkündür. Dolayısıyla dinler şiddet ve terörün kaynağı değildir. Dinler barış ve uzlaşının kayanğıdır.   
Aslında dindarlar ve politikacılar kutsal metinlerde geçen şiddet ile ilgi ayetleri/pasajlara seçmeci-pragmatik yaklaşınca dini terör ortaya çıkıyor. İnsanlar şiddet eylemlerini meşrulaştırmak için kılıf aralar. Kimisi asker veya polis olarak bu şiddeti meşrulaştırırken, kimisi de dini kullanarak bu şiddet eğilimini meşrulaştırır. Bunun için kutsal metinlerde geçen şiddetle alakalı ayetleri bağlamından kopararak kendi bakış açısına göre yorumlar.
Kısaca dinlere genel itibariyle incelendiğinde dinlerin terör ve şiddeti onaylamadığı görülür. Ama 11 Eylül saldırılarından sonra İslam ve terör özdeşleştirilmiştir. Bunda İslamcı militanların cihada vurgu yapmaları İslam’ın terör ile  bağlantısı olduğu önyargılarını pekiştirmektedir.  
Cihat
“Güç ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elinden geleni yapmak” manalarına gelen cehd kökünden türemiştir. İslami literatürde dini emirleri öğrenip ona göre yaşamak, iyiliği emredip kötülüğü sakındırmak, İslam’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadeleye girişmek  anlamında kullanılır. Cihad ayrıca fıkıh termolojisinde savaş, tasavvufta ise nefs-i emmareye karşı mücadele anlamlarına gelir.
Cihad isim olarak dört yerde , fiil olarak yirmi dört yerde geçer. Bir kısım ayette direk savaş nalamına gelmekte, bazısında ise “Allah rızasına uygun yaşama anlamlarına gelir.
Hadis kitaplarında cihatla ilgili birçok hadis mevcuttur. Bazen muhaddisler “kitabü’l-cihat” adı altında bab başlığı açmışlardır.
Âişe(R):
— Yâ Rasûlallah! Biz (Kur'ân'da) cihâdı en faziletli amel görü­yoruz. Biz cihâda çıkamaz mıyız? diye sordu.
Rasülullah (S):
— "Fakat (siz kadınlar için) cihâdın en faziletlisi mebrûr (yâni makbul) haccdır" buyurdu (Buhari, “Cihad”, 1)şeklinde cevap vermesi , cihadın kapsamı bakımından önemlidir.
Buradan yola çıkarak cihadın Batılıların iddia ettiği gibi kutsal savaş(holy war) anlamı yoktur. Cihadın İngilizcedeki karşılığı strugle(mücadele)dir. Görüleceği üzere cihad ne radikal İslamcıların ne de Batılıların anladığı anlamda kutsal savaş anlamına gelmemektedir.
İslam Hukukunda Cihad
Cihad; Allah yolunda can, mal ve diğer vasıtalarla savaşta elden gelen güç ve gayreti sarfetmektir.
Normal şartlarda cihad farz-ı kifaye, genel seferberlik gibi olağanüstü durumlarda cihad farz-ı ayndır. Bu ehl-i sünnet imamlarının görüşüdür. Şiaya göre ise, tebliğ için cihad yapılması için imamın veya imam naibin izni gerekli. İslam ülkelerine saldır olduğu takdirde müslümanlar kendilerini savunabilirler.
Daha önce değindiğimiz üzere cihad aynı zamanda nefisle mücadeleyi kapsar “Mücahid nefsiyle cihad edendir”(Tirmizi, “Feza’ilü’l- Cihad”, 2). Cihad, sadece savaş anlamına gelmemektedir.      
Müsteşrikler cihadın bütün dünyadaki kafirlerin müslüman oluncaya kadar Müslümanların kafirlerle savaşılması  gerektiğini iddia etmişlerdir. Halbuki fukahadan çok azı  bu görüştedir.Fukahanın bu konudaki fetvaları şöyledir:
Hanefiler, Malikiler ve Hanbelilere göre cihadın sebebi kafirlerin Müslümanlara saldırmaları ve Müslümanları taciz etmeleridir. Şafiiler göre ise küfrün başlı başına savaş sebebi saymışlardır. Şafiileri delilleri şunlardır:
Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah yarlığayan, esirgeyendir.(tevbe 9/5)mealindeki ayet kafirlere mutlak şekilde emretmektedir. Bu ayetin, savaşanlarla savaşılmasını emreden  ayeti(Bakara 2/190) nesh ettiğinisöylüyorlar.
  
İnsanlarla Allah’tan başka ilah yoktur demelerine kadar savaşmakla emrolundum.(Buhari, “İman”, 18; Ebu Davud, “Cihad”, 104) Bu hadiste kafirlerle mücadelenin ancak onların müslüman olunca sona ereceğini ifade etmektedir.
Diğer fukahanın delilleri ise şunlardır:
 Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylarıdır. İşte bu doğru hesaptır. O aylar içinde (Allah'ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın ve bilin ki Allah (kötülükten) sakınanlarla beraberdir.(tevbe 9/36)
Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur. (bakara 2/193)
 
Debusi: insan ancak işlediği bir suça ceza olarak öldürülebilir.
Bir savaş bir öldürülmüş ve Peygamberimiz savaş meydanını gezerken bunu fark etmiş ve ordu komutanına kadınları öldürmemeleri için emir göndermiştir. Eğer cihadın sebebi küfür olsaydı peygamber böyle bir emir gönderme gereği duymazdı. Çünkü kadınlarda savaşma istidadı yoktur. Bu özelliğinden dolayı irtidad eden kadın öldürülmez.
Kur’an’da Ehl-i Kitab’ın cizye vermeleri halinde onlarla savaşmayı yasaklamıştır.(tevbe 9/29) Eğer cihadın sebebi küfür olsaydı cizye vermelerini Allah onlardan istemezdi.
Harb sebebini küfür olduğunu savunan müctehidlerin delil aldıkları ayetler  savaşın savaşın niçin yapıldığını değil nasıl yapılacağına vurgudur. Bu ayetlerin birbirini nesh ettiğinin bir mesnedi yoktur. Çünkü ayetlerin uygulama şartları birbirinden farklıdır. 
Terörün Evreleri
Anarşist  Dönem(1880-1920): Bolşevik ihtilali
Anti-Kolonyal Dönem(1920-1960): Bağımsızlık hareketleri
Yeni Sol Dönem(1960-1990)
İran İslam devrimiyle ortaya çıkan dini terör.  Bizim konu edineceğimiz terör bu dönemden sonra ortaya çıkan fundamentalist İslamcı gruplardır.
MEDENİYETLER  ÇATIŞMASI
Sovyetlerin dağılmasından sonra ABD ve Batı yeni arayışlar içerisine girmiştir. CIA eski başkanı Fukayama “Tarihin Sonu” tezini ileri sürmüş ve ardından Huntington “Medeniyetler Çatışması” tezini ileri sürmüşlerdir. Bu kişiler Batıya düşman yaratma gayreti içerisine girmişlerdir. Onlara göre Müslümanlar ile Hıristiyan Batı karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı ve biri ötekini yok etmeyene kadar bu böyle sürecekti
İslam camiasında bu teze karşı bir anti-tez geliştiren Edward Said’ti. Buna “Cehaletler Çatışması” diyecekti. 11 Eylül saldırının bazı İslam ülkelerini hedef  almasıyla Türkiye ve İspanya’nın eş başkanlığını yürüttüğü “Medeniyetler İttifakı” fikri atıldı. Daha sonra Dinler arası Diyalog çalışmalarına hız verildi.     Batı her zaman kendini öteki üzerinden tanımlamıştır. SSCB dağılınca kendisine bir öteki yaratma ihtiyacı duymuştur:İSLAM .
Her ne kadar 11 Eylül saldırılarından sonra gerek ABD başkanı Bush'un gerekse İngiltere başbakanı Blair'in terörizme karşı küresel çapta başlattıkları mücadelenin İslam 'la ilgisinin olmadığı yönünde demeçler verseler de, İslam 'la terörizmin özdeşliğini çağrıştıracak İslamcı terörle savaş bahanesi Batı medeniyeti ile İslam arasında eski bir gerilimin yeniden gündeme gelmesini sağlayacak, önyargıları önlemek yerine giderek artıracaktır.
Bir Terör Örgütü Olarak  “Bâtınilik”
11.yy.da Müslümanlar siyasi olarak bölündükleri gibi fikri anlamda da bölünmüştür. Sünnilerin merkezi Bağdat eski ihtişamını yitirmiş Abbasi toprakları sultanların ve emirlerin hâkimiyet mücadelesinin verildiği yer olmuştur. Sünnilere muhalif, Kâhire merkezli Şii Fâtimî devleti Abbasi topraklarına göz dikmiş ve bu topraklarda hâkimiyet tesis etmeye çalışmışlardır. Şiî Büveyhîler, Fâtımîlerin yardımıyla Bağdat’ı ele geçirdiler. İspanya’da ise Endülüs Emevî devleti yıkılmış ortaya irili ufaklı birçok devlet çıkmıştı. İslâm devletlerinde bu olaylar vuku olurken batıda Haçlılar Müslümanları İspanya’dan atma planları yapılıyor, doğuda Bizans İmparatorluğu boş durmuyor ve İslam devletinden toprak koparma hayalindedir.
Abbasi halifesi, Şiî Büveyhîlerin egemenliğinden kurtulmak için Selçuk sultanı Tuğrul Beyi Bağdat’a davet eder ve Tuğrul Bey halifenin bu davetine iştirak edip Bağdat’a gelerek bir asırdır süren Şiî hâkimiyetine son vermişlerdir. Selçuklular sayesinde İslam devletinde birlik yeniden tesis edilmiştir. Selçuklular içerde birlik sağlarken, dışarda Sünnî İslam devletini zor durumda bırakan Bizans ve Şii Fâtımîleri ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdir. Fâtımîler, Selçukluların himayesindeki Sünnî etkiyi kırmak ve yerine Şiî hâkimiyet kurmak için başkent Kâhire’de “Dâru’l-İlm” kurmuşlardır. Burada yetişen dâîler İslam ülkesine dağılarak Şiî propagandası yapacaklardı.
BATİNİLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI
Bâtıniliğin kurucusu sayılan Hasan Sabbah İmamiye müntesibiydi. İsmailî dâîler vasıtasıyla İsmailî olan Hasan Sabbah, daha sonra Rey dâî nakibi olmuştur. Bu bölgede davetini sürdürürken İsmailî akidesinde değişikliğe giderek kişide imanın oluşabilmesi için Muallim-i Sâdıka ihtiyaç olduğunu savunmuştur. Bâtınîlikte en dikkat çekici özellik “fedâîler” adında profesyonel bir suikastçı grub vardır. Bâtınîliğe muhalif olanlar bu suikastçı gurup tarafından ortadan kaldırılırdı. Böylece tarihte dini kökenli terörü kurumlaştıran ilk kişidir.Ama İsmailîlerde halife Muntansır’ın ölümünden onun yerine Müstalî’nin geçmesiyle ciddi bir ihtilaf çıkmıştır. Hasan Sabbah Muntansır’ın yerine Nizarî’nin halife olması gerektiğini savunmuştur. Davetini Nizâr adına yapmıştır. Böylece İsmailî’ye Nizarî ve Müstalî diye ikiye ayrılır. Bu ihtilaftan sonra Hasan Sabbah davetini rahat icra edebileceği müstahkem üs aradı. Elburuz üzerinde yüksek bir tepede olan Alamut kalesi uygun görüldü. Bu müstahkem kale Selçuklular defalarca kuşatılmasına rağmen alınamamış, en sonunda Moğollar tarafından ele geçirilmiştir.
İsmailîlerde halife Muntansır’ın ölümünden onun yerine Müstalî’nin geçmesiyle ciddi bir ihtilaf çıkmıştır. Hasan Sabbah Muntansır’ın yerine Nizarî’nin halife olması gerektiğini savunmuştur. Davetini Nizâr adına yapmıştır. Böylece İsmailî’ye Nizarî ve Müstalî diye ikiye ayrılır. Bu ihtilaftan sonra Hasan Sabbah davetini rahat icra edebileceği müstahkem üs aradı. Elburuz üzerinde yüksek bir tepede olan Alamut kalesi uygun görüldü. Bu müstahkem kale Selçuklular defalarca kuşatılmasına rağmen alınamamış, en sonunda Moğollar tarafından ele geçirilmiştir.
Haşhaşin denilen bu silahlı grup ayin edasıyla suikastlarını hançerle yapmış ve halkta derin korku yaratmışlardır. Bu grub sadece Müslümanlara değil Haçlılara da saldırıyorlardı. Batı dillerinde suikastçı anlamına gelen assasin Haşhaşin kelimesinden türemiştir. . Hasan Sabbah korkunun insanları süreleştireceğini bilen ve bunu en iyi şekilde kullanan kişidir. Pek çok devlet adamı, âlim ve sultanlar bu grubu hedefi olmuştur. Haşhaşinlerin terör faaliyetleri Selçukluların merkezi otoritesini sarsmış ve kısa bir süre sonra da yıkılmasına neden olmuştur. Bu hareketin insan gücünü Elburuz dağlarında yaşayan cahil insanlar oluşturmuşlardır. Hasan Sabbah, fedaîlerine haşhaş içirerek ve onlara cennet vaadinde bulunarak kandırıyordu.
Fedâîler, Bâtınilere karşı çıkanları ya öldürerek ya da tehdit yoluyla susturmuşlardır. Bunlar arasında Fahreddîn er-Râzî ve Selçuk sultanı Sancar da vardır. Fahreddîn er-Râzî Rey’de verdiği derslerde Bâtıniliğin görüşlerini eleştiriyordu. Durumdan haberdar olan Bâtıniler, bir fedâîyi şeyhin ders halkasına öğrenci olarak göndermişlerdir. Fedâî hocanın takdiri ve güvenini kazandıktan sonra bir gün hocayla başbaşa ders yaparken belinde çıkardığı hançeri çıkarıp hocanın gırtlağına dayamıştır. Sonra ona eğer kendilerini eleştirmeye devam ederse bir daha ki sefere öldüreceklerini söylemiştir. O günden sonra Fahreddin Razi Bâtıniler hakkında konuşmuyor.
Sultan Sancar ise Bâtınilere karşı mücadeleye girişmiştir. Bâtıniler ise onu bundan vazgeçirmek için saraydan bir cariyeyi kendi taraflarına çekmişler ve bu cariye sultanın başucuna hançer saplamışlar bir de not bırakmıştır. Notta eğer kendileriyle mücadeleye devam ederler ise sultanı öldürecekleri yazılıydı.
Bâtıniler, Selçuk sultanların taht kavgalarından faydalanarak hâkimiyet alanları genişletmiş ve şiddetin dozu artırmışlardır. Selçuklu sultanları, Bâtıniler ile mücadelenin en iyi yöntemi eğitim olduğunu anlamışlar ve devletin her tarafına medreseler açarak onlarla fikri mücadeleye başlamışlardır.
İRAN  İSLAM DEVRİMİ
Şahın hayata geçirdiği en Önemli uygulama 15 Ocak 1962 tarihli toprak reformudur. Aslında toprak reformu, Ocak 1963 tarihli referandumla kabul edilmiş olan ve içinde kadın haklarının iyileştirilmesi, okuma yazma seferberliği gibi radikal reformlar da bulunan şahın altı maddelik programının bir parçasıdır. "Ak Devrim" olarak bilinen bu programla şahın gerçek hedefi, kendisiyle halk arasındaki iletişimi engellediğine inandığı aşiret, ulemâyı ortadan kaldırmaktı. Şahın bu niyetini anlayan ulemâ ve Cephe-i Millî Ak Devrim'e karşı çıktı. Eylül 1963'te seçimlere gidildi. Cephe-i Millî'nin boykot ettiği seçimlerde yeni kurulmuş olan ve şahın programını destekleyen Millî Birlik Partisi mecliste çoğunluğu elde etti.
Bu arada şahla ulemâ arasındaki çekişme 1963yılında doruğa ulaştı. Toprak reformu konusunda referanduma gidilmesinin teklif edilmesi ve Kum şehrinde ulemânın faaliyetlerinin polis tarafından engellenmesi üzerine Âyetullah Humeynî liderliğinde mitingler yapıldı. Tutuklanarak ölüm cezasına çarptırılan Âyetullah Humeynî, Âyetullah Şerîatmedârî'nin girişimiyle ölümden kurtularak önce Türkiye'ye, sonra da Irak'a sürgüne gönderildi. öte yandan Ak Devrim'le sosyal ve eko­nomik kalkınmanın gerçekleşeceğini dü­şünen şah tam aksi bir sonuçla karşılaştı. Sermaye ve teknik donanımdan yoksun çiftçi, toprak reformu ile elde ettiği toprağını tefecilere ve eski toprak sahiplerine kaptırdı. Bunun sonucunda şehirlere göç eden milyonlarca insan buralarda işsizler ordusu meydana getirdi. Petrol gelirlerinin halka yansımaması, aşırı silâhlanma, yüksek enflasyon ve en ufak muhalefetin İran Gizli Servisi tarafından sert bir tavırla bastırılması, hayat standartları iyice düşmüş olan halkın şaha karşı olan nefretini giderek arttırdı.
Gaip imamın dönüşünü beklemektense ulemânın aktif biçimde siyasete katılmasını savunan Mehdî Bâzergân'ın yanı sıra Şîa'yı bir protesto hareketi olarak telakki eden Ali Şerîatinin görüşleri de kitleler üzerinde tesirli oluyordu. Öte yandan sürgünde bulunduğu Irak'taki faaliyetleriyle Âyetullah Humeynî de İran'daki gelişmeler üzerinde son derece etkiliydi. Humeynî, Necef'te 1969 yılında yayımlanan Hükûmet-i İslâmî yâ Velâyet-i Fakih adlı kitabıyla
İslâm tarihinde yepyeni bir tez savunuyordu. Buna göre monarşi gayri İslâmî bir kurumdu. Monarşinin yerine yönetimi fukahanın elinde olan İslâmî bir hükümet kurulmalıydı.
Şahın ülkeden ayrılmasından sonra Âyetullah Humeynî Fransa'dan İran'a geri döndü. Paris'te iken İslâm Devrimi Konseyi'ni kuran Humeynî'ye önceleri direnen Bahtiyar, şiddet olaylarının patlak vermesi ve ordunun desteğini kaybetmesi üzerine 11 Şubat 1979'da istifa etti. Daha önce 6 Şubat’ta Humeynî tarafından geçici başbakan olarak tayin edilen Mehdî Bâzergân bir ay sonra hükümeti kurdu. Mart sonunda referandum yapıldı ve 1 Nisan tarihinde İslâm Cumhuriyeti İlân edildi. devlet yönetimini ulemânın uhdesine veren "velâyet-i fakih" teorisini anayasaya yerleştirmesiyle büyük bir değişikliğe gidilmiş oldu.
İran İslâm Cumhuriyeti'nin Batı ile ilişkileri daima gergin oldu. Özellikle Amerika'nın şahı ülkesine kabul etmesine tepki gösteren öğrencilerin 4 Kasım 1979 tarihinde Tahran'daki Amerikan elçiliğini basarak burada bulunanları 444 gün rehin tutmaları üzerine İran-Amerika ilişkileri oldukça gerginleşti. Âyetullah Humeynî'nin, 14 Şubat 1989'da The Satanic Verses (Şeytan Âyetleri) adlı kitabı sebebiyle İngiliz vatandaşı olan Hint kökenli Selman Rüşdi'nin öldürülmesine fetva vermesi İran'ın Batı ile ilişkilerini çıkmaza sokan ikinci önemli hadise oldu. Bu olaylar sonucunda Batı'nın ambargosu ile kar­şılaşan İran büyük ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. Son zamanlarda İran’nın nükleer silah geliştirmesi batı ile ilişkiler daha da gerginleşmiştir.
İran devrimi İslam aleminde büyük yankı uyandırmışlardır. Müslümanlara özgüven kazandırmıştır. Bu dönemden sonra dini terör yaygınlaşacaktır.
İran, bütün Şii devletlerde adet olduğu üzere dailer vasıtasıyla şii propagandası yapmıştır. Nüfusun çoğunluğu şii olan Irak bu durumdan rahatsız olmuş ve İran’a saldırmıştır. 
İran propaganda vasıtasıyla bereketli hilalde bir şii devleti kurma hayalindeydi. Şiilerin bulunduğu topraklarda  İran karşıtlığı gözlendi. Türkiye’de de İran sempatizanı terör örgütleri çıkmış; ama güvenlik güçleri tarafından hapse atılmışlardır.
Körfez  ülkelerine Ayetullahlar gönderildi. Böylece burada devrim ateşi yakıldı. Daha sonra Humeyni’nin vaazları Arapça’ya çevrildi. Tam bu sırada Bahreyn’den bir Ayetullah Bahreyn emirine ülkeyi bir İslam devletine dönüştürmesini söyledi. 1979’da İranlı hacılar hacda bildiriler yayınladılar ve gösteriler düzenlediler. Suudilerin 1913’ten beri işgal ettiği Ahsa’da şiiler Muharrem kutlamalarını ilk defa açıktan kutlamak istiyorlardı. Suudiler izin vermeyince bu bir gösteriye dönüştü.
İran’ın devrim ihracı öncelikli olarak şiilerin yoğun olduğu Körfez ülkelerini hedef almaktaydı. Suudiler en sonunda Ahsadaki şiileri kabul etmek zorunda kaldı.1980’de S. Arabistan’ın başını çektiği Körfez ülkelerini Körfez İşbirliği Konseyi kuruldu. Bu paktın amacı bölgede ağırlığı gittikçe İran’a karşı kuruldu. Körfez savaşında işe yarayacaktı.
ORTA ASYA’DA FUNDENMENTALİSTLER
SSCB’nin dağılmasıyla Orta Asya’da Vehhabilik ve Radikal İslamcı hareketler görülmeye başlanmıştır. Aslında 1970’lerden sonra din tüm dünyada yükselişe geçmiştir. Bundan dolayı olacaktır ki Sovyetlerin dağılmasından önce de köktenci İslam hareketler burada rekabet halindeydiler. Suudi Arabistan Orta Asya’daki ülkelerde camii inşa ederek ve buralara imam(dâî) göndererek halkın Sovyetlerden beri oluşan dini boşluğu doldurmaya çalışmışlardır
Suudi Arabistan’ın Orta Asya’daki ülkelerle ilişkileri “Basmacı Hareketler”in başarısızlığa uğramasıyla bu hareketin liderleri Suudi Arabistan’a kaçmışlardır. Bugün ise bu liderler Sovyetlerin dağılmasıyla ülkelerine dönmüşler ve burada Vehhabilik’in yayılmasında öncülük etmişlerdir. Bu ülkelerde İslam devleti kurma çabaları görülmüş bu da ülkelerde iç çatışmalara neden olmuştur. Ayrıca Vehhabilik’te var olan türbeleri yok etme faaliyetleri bölgede bulunan pek çok tarihi eserini yok edilmesine neden olmuştur. Özellikle de Özbek İslamcı militanların Budda heykellerini havaya uçurmaları dünyanın tepkisini çekmiştir.
İslam coğrafyasında gözlenen modernleşme girişimlerine karşı sert bir tutum içinde olduğunu saklamayan resmi din kurumu, buralardaki reaksiyoner fundamentalist hareketleri desteklemektedir. Nitekim çeşitli vesilelerle verdikleri demeçlerle terörist eylemleri öven, hatta intihar bombacılarını
birer kahraman olarak gösterme gayreti içerisine giren din adamlarının Suudi kraliyet ailesinin resmi memurları oldukları hatırlanırsa, küresel ölçekte görülen terörist köktenci hareketlerin arkasında Vahhabiliğin güçlü etkisinden söz edilebilir.

Kaldı ki Vahhabi-Suudi ittifakının, Vahhabiliği uluslararası düzeyde etkin kılma ve İslamcı hareketlere mali destek sağlama girişimleriyle terörist köktenci hareketleri cesaretlendirdikleri ve bunları kendi siyasal çıkarları yönünde harekete geçirdikleri de ifade edilmektedir. Nitekim Ferid Zekeriya'nın da Suudi Arabistan'ın dünyaya petrol ve dini fanatiklik olmak üzere iki tür mal ihraç ettiğinden söz etmesi, Vahhabiliğin, küresel terör tehdidinin bir ayağını oluşturduğu tezini güçlendirmektedir.
KABE BASKINI
1400 hicri yılının ilk günü Cuheyman el-Uteybi Kabe’ye baskın düzenlemiş ve Kabe’yi işgal etmiştir. Bu adam İran İslam devriminden cesaret alarak bu eylemi gerçekleştirmiştir. Bu grub  Suudilerden ABD ile ilişkilerini kesmesini, ABD ve müttefiklerine petrol ihracatını kesmesini söylemişlerdir. Uzun süre bu silahlı grub Kabe’yi ellerinde tutmuşlardır.  Tabii bu sırada Ahsalı Şiilerin Muharrem ayı etkinliklerine izin vermeyen Suudilere karşı isyan etmesi Suudileri zor durumda bırakmışlardır.
Zor durumda kalan Suudi hükümeti Kabe’yi Cuheyman’ın elinden kurtarmak için Fransa’dan anti-terör timi getirtilmiştir. Kısa bir süre sonra bu anti-terör timi bu silahlı çeteyi çökertmişlerdir. Görüldüğü üzere bu silahlı grup Suudilerin rejimini eleştirmekte ve Irandaki gibi bir Cumhuriyet istemekteydi. Toplum dejenere olmasına karşı çıkmakta ve toplumun İslami öze dönmesini istemekteydi.
Bu silahlı eylemin bir diğer özelliği de mesiyanik beklentisi vardı. Cuheyman’nın kayınbiraderi olan el-Kahtani’yi mehdi olarak  takdim edilmiş ve  ona biat edilmiştir.
SUUDİ SELEFİLER ve CİHADİ SELEFİLER ARASINDAKİ  İHTİLAF
Vehhabilik Muhammed b. Abdilvehhab görüşleri etrafında kurulmuş bir mezheptir. 1744’te Muhammed b. Abdilvehhab ile Muhammed b. Suud arasında bir ittifak kuruldu. Bun Der’iye ittifakı dendi. Muhammed b. Abdilvehhab çölde yağmacılık yapan kabileleri cihat  yapmak için etrafına topladı. Böylece  bu kabilelerde var olan yağmacılık ve talan cihat süsüyle meşrulaşıyordu. Vehhabiliğin nativistik(yerel) özellik taşımasından dolayı hariciliğe çok benzer. Onlarda hariciler gibi dışlamacıdır. Onları haricilerden ayıran özellik ise sahabe ve ondan gelen nesilleri altın çağ olarak görmeleri ve o döneme çabaları içerisine girmişleridir.   
Hadis merkezli bir İslam anlayışı benimsemişlerdir. 1939’da S. Arabistan’da petrolün bulunmasıyla mezhepteki katılık kırılmaya daha ılımlı bir hal almaya başlanmıştır. Batıdan teknoloji ve yenilikler her ülkeye girildiğinde sert tepkilerle karşılanmasına rağmen Suudiler  bazen güç kullanarak, bazen de ulemadan fetvalar alınarak bu tepkiler kırılmıştır. Bu durum İran İslam devrine kadar böyle devam etmiştir. İran devriminden sonra Cuheyman el-uteybi’nin  Kabe’yi işgal etmesi bu ayrışmayı artırdı. 1950’lilerden sonra Arap ülkelerinde  Baas Partisinin iktidara gelmesi v e bu partinin baskıcı politikaları yüzünden ülkelerinden kaçan birçok ulemaya kapılarını açtı. Bu ulemanın çoğunu Üniversitelerde istihdam etti. 
Bu da İslamcılık ile Selefiyeninin izdivacıyla sonuçlandı. Dolayısıyla Cihadi Selefiye ön plana çıktı. 1980’lerde Afganistan'ın  işgal edilmesiyle buraya  Usame b. Ladin komutanlığında bir grup mücahit oraya cihada gitti. Orada el-Kaide’yi kurdular. 10 yıllık bir mücadeleden sonra Ruslar Afganistan’dan çıkarıldı. Daha sonra ülke iç savaşlarla sarsıldı. 1998’de el-Kaide’nin desteklediği Taliban Afganistan’ın yönetimini ele geçirdi. Suudi Arabistan ve birkaç Körfez ülkesi Taliban’ı tanıdı. Daha sonra Saddam’ın Kuveyt’i ilhak etmesiyle daha önce değindiğimiz pakta dayanarak Suudi Arabistan hava sahasını Batılı ülkelere açtılar. Bu durum Selman el-Avde gibi ulemanın tepkisini çekti. Ona göre İran’ın bölgede güçlenmemesi için Saddam desteklenmeliydi.
Suudileri çok sert bir şekilde eleştirdi. Batılı ülkelerin İslam toprağı olan Suudi Arabistan’da üs kurmaları ulema bunu işgal olarak algıladı. Suudileri eleştiren fetvalar yayınlandı. Tabii bu durum el-Kaide’nin komutanı Usame’nin gözünde kaçmadı. Amerika’ya ve Suudi Arabistan’a savaş açtı. Daha sonra Usame,  Suudi rejiminin artık gayrı meşru olduğunu bildiriyordu. 11 Eylül saldırılarından sonra televizyon programına katılan bu görüşteki alimleri el-Kaide’yi açıkça eleştiriyordu. Halbuki bu adamlar Filistin'deki intihar saldırılarının sivilleri hedef almasını onaylıyorlardı. Buna şöyle bir kılıf bulmuşlardı. Madem bu ülkeler demokratik o halde yönetimi seçen halkta yönetimin işlediği suçlara ortaktır.     
TALİBAN
Diğer dini terör örgütlerinin aksine Taliban Ashabu’r-Rey’dendir. Ama faaliyetleri bakımından Ashabu’r-Rey’den daha çok Selefi ve haricilere benzemektedir. Zahirci  tavırları aklı ön planda tutan bir ekolden çıkmaları oldukça şaşırtıcıdır. Selefilerin asara olan bağlılığını, Taliban Hanefi dini metinlere karşı göstermektedir.
Taliban “Öğrenciler” anlamına gelen  Arapça ve Farsça türetilmiş isimdir. Bunlar medresede klasik Hanefi metinleri okuyan öğrencilerdir. Çoğu medrese Nakşibendi tarikatına bağlıdır.  Taliban, ülkelerini işgal eden Sovyet Ordusuna karşı direnmiş onları geri püskürtmüşlerdir. Savaştan sonra ülke iç savaşa girdi.
Taliban ilk faaliyeti 1994’te, işgalde savaşan mücahitlere karşı olmuştur. Bir mücahit komutanın Kandahar’da 2 kız öğrenciyi kaçırması ve kızların aileleri medrese hocalarına başvurdu. Hoca etrafına topladığı 14-15 silahlı öğrenciyle komutanın karargahını bastı ve kızları geri aldı. Bu Taliban’ın ilk silahlı eylemidir. Bu olaydan iki yıl sonra Başkent Kabil’i ele geçiren militanlar Taliban rejimini kurdular. Bu rejim ABD’nin Afganistan’ı işgaliyle son buldu.  Bu insanlar savaşta çok zor şartlar altında mücadele etmek zorunda kaldıkları için sert mizaçlıdırlar. Hint alt kıtasında olduğu gibi hemen hemen hepsi hanefidir. Bunlar 1860 yılında İngliz sömürgeciliğine karşı çıkmak için kurulan diyobendi ekolüne mesuptur. Bu ekolün en önemli özelliği bidatlere karşı çıkmasıydı. Ehl-i bidat kabul ettikleri Şiileri öldürmüşlerdir. Taliban dışlamacı bir tutum içerisindedir. Bunlar Hanefi metinlerini kutsallaştırmışlardır. Sorgulayıcı değil ezberleyici ve taklitçi zihniyeti sahip olmaları onları böyle katı bir duruma sokmuştur. Tabii S. Arabistan faktörünü unutmamak gerekir.
İHVAN-I  MÜSLİMİN
Yenilikçiler hareketinin en muhafazakar (fondamentaliste) şeklidir. Örgüt, İsmailiye'li  hoca Şeyh Hasan el-Benna tarafından sömürgecilire ve müslümanların pısırıklığına karşı bir hareket olarak kurulmuştur. Temeli, uzlaşmaz, katı (intransigeant) manasıyla yorumlanabilen bir ayete dayanır. Askeri, kültürel ve politik anlamda bir kutsal savaş (cihad) üzerinde durur.
Önceleri tamamen halka yönelik bir yol izleyen örgütün 1948' lerde tahminen bir milyon civannda üyesi vardı. Örgüt, yarı askeri bir eğitim anlayışına sahipti. Saldırılarında, yalnız Filistin Yahudileri'ni değil, Mısır yetkililerini de hedef alıyordu. Nitekim biri 1949' da, diğeri 1954' te olmak üzere iki kere öldürmeye teşebbüs ettikleri Nasır tarafından komplolan ortaya çıkanrılan örgüt bu örgüttü. Eylemleri Mısır dışına da yayıldı, Proğramları, İslami teşkilatlar tarafından hüsnü kabül gördü. 1971' den itibaren daha bir hoşgörü ile karşılanan Müslüman Kardeşler, faaliyetlerini diğer ülkelere de yayıp yeniden sahneye çıkmışlar, bilhassa genç kesim üzerinde etkili olmuşlardır.

Mehmet Sait TANK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder