22 Nisan 2013 Pazartesi

GLOBALİZM VE DİN


GLOBALİZM VE DİN
Globalizm kavram olarak “global” (küresel) sözcüğünün kökeni, 400 yıl öncesine gitse de “globalizm” oldukça yenidir. İlk olarak 1960’larda ortaya çıkan globalleşme kavramı 1980’lerde ise sıkça kullanılmaya başlanmıştır. 1990’lara gelindiğinde de bilim adamlarının önemini kabul ettiği anahtar bir sözcük haline gelmiştir.  Ve bu konu üzerinde dünyada çeşitli
şekillerde (konferanslar, tartışmalar ve Protestolar) yapılarak çalışmalar sürdürülmektedir.
  
    Mesela 2002 yılında globalizmi tartışan yaklaşık 1000 gazete, yazı ve kitap yayınlanmıştır.  Küreselleşme; ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik denge açılardan küresel bütünleşmenin, entegrasyon ve  dayanışmanın artması anlamına gelmektedir.
 
   Din de, Allah tarafından konulan bir kanundur. İnsanlara yaratılış gayesini ve varoluş hikmetini bildirir. Din inancı insanla beraber doğmuştur. Çünkü insanlık tarihinin hiçbir döneminde din duygusundan mahrum bir millete rastlanmamaktadır. Nerede insan varsa orada bir nevi iman, ibadet ve din duygusu görülmüştür.
 
   Bundan anlaşılıyor ki, din insanın yaratılışından getirdiği fıtri ve zaruri ihtiyacıdır. İnsanoğlu var oldukça din de var olacaktır. Filozof Auguste Sabatier bu konuda der ki; “diyanet, gayet kuvvetli bir ağaç gibi insaniyetin geçirdiği inkılapların hepsinde hayatını muhafaza etmiş ve edecektir. Zaman geçmekle, onun kaynağı geçmek şöyle dursun, bilakis gittikçe o menbağın derinleştiğini, genişlediğini görmekteyiz.
   
    Binaenaleyh, insan hayatı diyanetle başlamış olduğu gibi, diyanetle kuvvet bulacak, diyanetle nihayetleşecektir. “Ben niçin dinliyim” sualini nefsime sorar sormaz, şu cevabı alıyorum; “Dindarım çünkü başka türlü olmaya muktedir değilim.”  Küreselleşme sürecinin en belirgin özelliği de hızla artan “değişim” ve “dönüşüm” ihtiyacıdır. Doğu toplumlarının bu hızlı gelişim karşısında kimlik bunalımına girmeleri normaldir. 
  Bunu aşmanın yolu da kültürün oluşumunda temel unsur olan ve düşünceyi de yaşamayı da etkileyen “din” olgusuna önem vermektir. Küreselleşmenin neticesi olan değişim sürecine, yabancı sermayeye ve teknolojiye karşı çıkmak çare değildir. Bunun yerine dinin temeli olan imandan ve imandan kaynaklanan ibadet ve ahlaka değer vermekle yeniliği ve değişimi de lehimize çevirmekle kimlik bunalımını da aşmış oluruz.

     Küreselleşme, din anlayışının sağlıklı bir şekilde gelişmesine olumlu katkılar sağlayabileceği gibi, değişmesine ve yeniden şekillenmesine de yol açabilir; mesela geleneksel din anlayışı yerine farklı bir anlayışı ön plana çıkartılabilir.  Küreselleşmenin, din anlayışının sağlıklı
bir şekilde gelişmesine olumlu katkılar sağlaması, teknolojik imkanlar vasıtasıyla olur.  Özellikle bilgisayar  teknolojisindeki imkanlar, bazı dini kavram ve değerlerin daha iyi anlaşılması yolunda olumlu katkılar sağlayabilir.
      Küreselleşmenin olgusal boyutu olarak görünen teknolojinin kendisi, değerden bağımsız düşünülememektedir. Bu durumda küreselleşme, en olumlu bir yorumla, yeni değerler üretebilen ve fiilen de üretmekte olan olgusal bir durum olarak görünür. 

      Olumsuz bir bakış açısıyla da küreselleşme; bizatihi değer koyan, değerlendirme yapan, yani kendine özgü değerleri olan bir süreç durumundadır.  Din nokta-i nazarından değerlendirdiğimiz zaman ise küreselleşme; insanlığa, değerlerini, inanç ve· ritüellerini kendisinin belirlediği adeta yeni bir din sunmaktadır.

       Bunu, ya mevcut dinlerin bir takım temel ilkelerini değiştirerek veya onları yeniden yorumlayarak yahut tamamen yeni ilkeler koyarak yapmaktadır. Küreselleşme, takdim ettiği bu dinin esaslarını tebliğ eden Peygamber olarak da medyayı kullanmaktadır. 
           Kısaca din yeniliğe karşı çıkmaz. Ancak insanın dünyaya ve yeniliklere bakışını değiştirir. Din sermayeye de karşı değildir. Ancak sermayenin helal yoldan kazanılması ve helal yolda harcanması hususuna önem verir.  “Dünyayı ahiretin tarlası” olarak görür. Hesap verme ve sorumluluk yükleme hususuna dikkat çeker.  Yardımlaşmayı esas alır. “komşusu açken tok uyumamayı” öğütler. Ahlak ve erdemi topluma dikte eder. Bu yönüyle dini yönden küreselleşmeden korkmamamız gerekir.
İSMAİL AKYOL

İSLAM AÇISINDAN ORGAN NAKLİ


İSLAM AÇISINDAN ORGAN NAKLİ
  Otopsi yapmak, kan vermek veya kan nakletmek, organ nakli yapmak gibi doğrudan tıp ilmi ile ilgili olan bu konular, günümüzdeki şekliyle yeni sayılır. Bu bakımdan İslam’ın bu konuda sarih bir nassı olmamakla beraber, İslam hukukçuları Kur’an ve sünnette mevcut olan ‘zaruret’ prensibini ve ıztırari hallerle açıklarken, günümüz modern meselelerine ışık tutacak bazı hükümler ve önermeler ortaya koymuştur.
    Kur’an ve sünnette açıkça ele alınmayan dini problemler, nasların ruhu ile şer’i delillerle ve genel hukuk kaidelerine dayanarak çözüme kavuşturulabilir. Organ nakli konusunun daha iyi anlaşılabilmesi için;
1) İnsanın dokunulmazlığı ve canının korunması,
2) İslam’ın sağlığa verdiği önem,
3) Organ nakli ve dayandığı deliller,
4) Tedavi olmayı gerektiren prensipler,
5) Organ naklinde aranan hukuki şartlar, gibi alt başlıklar üzerinde durmak gerekir.
1) İnsanın Dokunulmazlığı ve Canının Korunması: İslam insana gereken değer, vermiş ve onu korumak için bir takım temel prensip ve kurallar koymuştur. Bir ayette ‘Haklı bir sebep olmadıkça cana kıymayın.’(İsra 33) buyurulmaktadır.
    Bir başka ayette ise; ‘ Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı.’(Bakara 178) buyurulur. Bu ayetlere göre İslam’da haksız yere cana kıymak yoktur ve yasaktır. Bu konuda Veda Hutbesinde de açıkça dile getirilmiş ve şu cümlelerle ifade edilmiştir, ‘Şüphesiz yüce Allah, canınızı, malınızı, ırz ve namusunuzu haram kılmış, tecavüzü yasaklamıştır.’ Hz. Muhammed dirilere gösterilen saygının ölülere de gösterilmesini istemiş ve bununla insanın dokunulmaz bir varlık olduğunu vurgulamıştır.
    Kabir kazarken kemikleri kırarak parçalayıp gelişigüzel, oraya buraya atan birine karşı, onun böyle yapmamasını tavsiye etmiş ve ‘Ölünün kemiklerini kırmak onları diriyken kırmak gibidir.’ buyurmuştur. Bu hadiste insana gösterilmesi gereken saygının, ölü iken de gösterilmesi gerektiği ifade edilmektedir. İnsana böylesine önem veren ve onu yücelten İslam, İnsanın; hatta organlarının mal gibi alınıp-satılmasını kabul etmekte ve buna engel olmaktadır.
    İbn Abidin’in şu cümleleri bu konuya ışık tutar: ‘ Kafirde olsa insanoğlu muhteremdir; dokunulmazlığı vardır. Onu köle gibi satmak; değersiz bir meta kabul etmek ve cansız varlıklar yerine koymak; onu hor ve hakir görmek, değersiz bir şey olduğunu kabul etmektir ki, bu davranış din ve hukuk açısından asla caiz değildir. Hatta insanın bir parçasını satmak da aynı hükme dahildir. İnsan için tanınan bu dokunulmazlık, onun Allah katında şerefli ve saygı değer bir varlık olmasından ileri gelmektedir. Nitekim bir ayette: ‘ Andolsun ki; biz insanoğullarını şerefli kıldık. Onlara karada, denizde taşıyacak verdik ve onları temiz ve güzel şeylerle rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.’ buyurulur.
    Bu ayette işaret edilen insanın saygı değer ve şerefli olma özelliği birkaç sebepten ileri gelmektedir. Bunlar arasında insanın  en güzel biçimde yaratılması, yer yüzünde Allah’ın emirlerini uygulamada halife olması; Hz. Adem’e meleklerin secde etmesi ve akıllı yaratık olup, sorumluluk taşıması gibi hususlar gelmektedir. Bu gibi özellikler, insanın diğer yaratıklardan üstün olduğunu ortaya koyar.
    İslam, bu prensiplerle insanın sadece şerefli, saygı değer ve üstün bir varlık olduğunu belirtmekle kalmamış, bunun yanı sıra onun canını, malını, ırz ve namusunu korumak amacıyla bir takım müeyyideler koymuş ve hükümler düzenlemiştir. Bununla beraber İslam, korunması gereken şeyleri de Şari’nin hukuki
 değer atfettiği muteber maslahatların birinci şıkkını oluşturan, zaruri maslahatlar grubuna dahil edilmiştir. Bununla dini korumak ne kadar zorsa, canı korumanın da o kadar zor olduğunu vurgulamak istemiştir.
2) İslam’ın Sağlığa Verdiği Önem: Sıhhatli ve güçlü insan; hasta ve zayıf insana nispetle hem kendisi, hem de başkaları için faydalıdır. Bu kişi dünyaya ait işlerini en iyi şekilde yürütebildiği gibi, ibadetlerini de hakkıyla yerine getirilebilir. Bir hadiste bu konuya şöyle işaret edilir: ‘İnsanlardan çoğunun aldandığı iki nimet vardır: vücut sağlığı ve boş vakit.’ Hz. Muhammed bu hadislerinde sağlığın, kıymeti bilinmesi gereken büyük bir nimet olduğunu vurgulamaktadır. Allah Resulü, herhangi bir kimse İslam dinine girdiği zaman, o kimseye namaz kılmayı öğretir; sonra da ona şu kelimelerle dua etmeyi tavsiye ederdi: ‘Allah’ım! Beni affet, bana merhamet et, doğru yola ilet, bana sağlık ve afiyet ver ve beni rızıklandır.’
3)Organ Nakli ve Dayandığı Deliller: Organ nakli araştırılmaya değer yeni bir konu olduğu için, Kur’an ve sünnette bununla ilgili sarih emir yoktur. Bu gibi konular ancak, nasların genel ruhu, zaruri maslahatlardır, zaruretle ilgili genel hukuk kuralları ve ictihadlarla çözüme kavuşturulabilir. Kısaca bunlar üzerinde duralım:
a)İslam’ın din, can, akıl, mal ve nesil gibi korunmasını zaruri kıldığı beş maslahattan ‘Haklı bir sebep olmadıkça cana kıymayın’(İsra 33) gibi ayetlere dayanan ‘canı koruma’ ilkesi.
b)Kur’an ve sünnetin ruhundan çıkarılan ‘ Zaruretler yasakları mübah kılar.’ ‘ Zaruretler kendi miktarınca takdir olunur’, ‘İki kötü durum karşı karşıya geldiği zaman, zararı en hafif olan işlenir ve zararı büyük olan kötülük ortadan kaldırır.’ gibi genel hukuk kuralları.
    Burada konumuzun temel espirisini teşkil eden bir noktaya temas edelim. Bu husus organ naklinin dinen caiz olup-olmadığını kabul veya reddedenlerin bakış açılarını teşkil eden önemli noktalardan biridir.
    Günümüz tıp ilminin en önemli konularından olan otopsi ve organ naklinin dinen caiz olabileceğini ön gören     ‘ canın korunması’ ilkesi ile, ‘zaruretler yasakları mubah kılar’ gibi genel prensip ve hukuki kaidelerle; ‘ Andolsun ki biz insanoğullarını şerefli ve mükerrem kıldık’ (İsra 70) ayeti, Hz.Aişe’den sahih bir senedle rivayet edilen ‘ Ölünün kemiklerini kırmak dirinin kemiklerini kırmak gibidir.’ hadisi ayrıca ‘ Mü’minin ölüsüne yapılan eziyet ve işkence dirisine yapılan eziyet gibidir.’ hadisleri arasında çelişki olduğunu söylemek, hatalı olur. Çünkü, bu ayet ve hadislerden maksat, ölüye saygı duymak, onu bayağı basit bir şey kabul etmemek ve müsle yapmamaktır. Nitekim yukarıda geçen ‘kemikleri kırmayı’ yasaklayan hadisin vurud sebebi de bunu gösterir. Hz.Muhammed kabir kazarken, kabirden çıkan kemikleri kırarak atan kimseye, bunu yapmamasını söylemesi, ölüye saygı duymanın gerekli olduğunu gösterir.
    İnsana saygı duymayı öngören nasların amacı ile, organ naklinde veya buna cevaz vermekteki asıl amaç arasında bir çelişki olmasa gerek; çünkü, organ naklinde asıl amaç, muztar durumda kalan bir kimsenin hayatını kurtarmak veya iş görmez bir hale gelen organın nakil yoluyla, işler hale getirip insanı, bu hastalığın çekilmez ızdırabından kurtarmak veya dindirmektir. İşte organ naklinde asıl amaç, bir şahsın hayatının kurtarılmasıdır; yoksa bazılarının dediği gibi, insana eziyet etmek, müsle yapmak gibi bir art niyetin bulunmamasıdır. Çünkü tıp ilmi de, Şafi hukukçu  Abdusselam’ın ifadesine göre, aynen din gibi insanın büyük yararları için vaz’ edilmiş, tesis edilmiş bir ilim dalıdır. Amacı insanları öldürmek değil, tedav, ed,p, yaşatmaktır.
Cerrahın elindeki kesici alet, cana kıyan, kan kusan bir bıçak değil, aksine hastanın  şifa bulmasına vesile olan bir araçtır. Cenin ve mücevher misallerinde gördüğümüz gibi, önceki fukaha bu geniş anlayışıyla otopsi gibi tıbbi müdahalelerin yapılabileceğine ışık tutmuşlar ve insanı korumak ve onu sıkıntılardan kurtarmak amacını gütmüşlerdir.
4) Tedavi Olmayı Gerektiren Genel Prensipler: Hukuki deyimiyle ‘zarar izale edilir’ kuralı, İslamın kabul ettiği en önemli prensiplerden biri olduğuna göre, eğer tıbben gözdeki körlüğü veya görme zayıflığını gidermek mümkün olursa, o takdirde gözün tedavisi için, ölen kimselerin gözlerini bu amaç için alıp, tedavide kullanmak şer’an caizdir. Ancak bu, canı veya bir organı korumayı vacip kılan zaruret ölçüsünde olmalı ve bu ölçüyü aşmamalıdır. İşte bunun için canı birtakım afetlerden, hastalıklardan korumak için tedavi olmak dinen meşru kılınmıştır. Tedaviyi emreden naslar, tedavi araçları ile tedavi zaruretin gerektirdiği ilaçları meşru kılar. Hatta dinen mubah olan ilaç ve benzeri şeyler bulunduğu takdirde, dinen haram olan şeyleri de meşru kılar. Dirilerin sağlık ve tedaviye olan ihtiyacı zaruret derecesinde, hatta bunun da ötesinde tabi bir durum olduğu bir gerçektir.
   Görme özelliğini kaybeden bir gözün tedavi edilmemesi neticesinde ortaya çıkacak zarar ve mahrumiyet ile tedavi için organı alınan ölünün hürmeti yani ona gösterilmesi gereken saygı karşılaştırılacak olursa, birincinin daha çok zararda olduğu görülür. Çünkü sağ olup, gözünden rahatsız olan birinin göz gibi en önemli bir organa ihtiyacı varken; diğerinin buna ihtiyacı yoktur. Yukarıda da belirtildiği gibi: ‘ iki kötü durum karşı karşıya geldiği zaman, zararı en hafif olan işlenir, zararı büyük olan kötülük ortadan kaldırır.’ hukuk kuralına göre, organı alınmak suretiyle ölüye verilecek zarar; tedavi edilmeyip, hastayı olduğu gibi kendi haline bırakarak ıztırap içinde kıvranmasından daha hafiftir. İmam Muhammed’e göre; koyun, sığır ve diğer hayvanların kemiklerini tedavi amacıyla kullanılabilir. Ancak domuz için bu durum haramdır.
5) Organ Naklinde Aranan Şartlar:
a) Organ bağışlayandan alınan organ, onun normal hayatını sekteye uğratacak yani onda hayati tehlike yaratacak şekilde olmalı,
b) Organ verme, bağışlama işi serbest iradeye dayanmalı; kimsenin baskısı altında olmamalı,
c) Organ bağışı yapanın, sağ iken yazdığı yazılı bir belgesi veya öldükten sonra ebeveynin muvafakatı olmalı,
d) Yapılan organ naklinin, buna muhtaç ve muztar olan hasta için başvurulacak en son çare olduğu kesinleşmiş olmalı,
e) Diriden yapılan naklin onun hayatını sona erdirecek kalp gibi tek bir organ olmamalı,
f) Yapılan naklin, organ sahibinin bünyesinde tabii görünümü bozmayacak şekilde olmalı,
g) Organ bağışlama bir kazanç vesilesi olmamalı,
h) Organı alınacak kişinin tamamen ölmüş olması gerekir.
    burada şunu belirtmek gerekir; eğer tedavisi mutlaka organın değişmesi yani nakil yoluyla olacak bir hasta, muhtaç olduğu organ kendisine bedelsiz verilmeyeceğini kesinleşirse, o takdirde, hasta bedelini verir ve organı alır. Ancak dini sorumluluk verene değil bedeli alanadır.
    Sonuç olarak denilebilir ki; beyin ölümü gerçekleşmiş kadavradan yapılan organ nakli, hem ölümü bekleyen hastaların hayata dönmesine vesile olmakta hem de çift yönlü büyük bir israfın önüne geçmektedir. Kur’an-ı Kerim, bir kişinin hayatını kurtarmanın bütün insanların hayatını kurtarmak gibi büyük bir iyilik olduğunu belirtmekte, muhtaçlara yardım etmeyi emretmekte ve israftan şiddetle insanları sakındırmaktadır. Öyleyse Kur’an açısından organ nakli caiz olarak görülür.

Habibe ÜSTÜNEL

12 Nisan 2013 Cuma

EŞCİNSELLİK


GÜNÜMÜZ KELAM PROBLEMLERİ

     •LIVATA
    Sözlükte "havuzu çamur vb. ile sıvamak suretiyle onarmak” anlamına gelen livâta kelimesi örfte erkekler arasındaki eşcinsel ilişkiyi ifade eder. Arapça'da bu mânada aynı kökten türeyen livât, mülâvata ve televvut kelimeleri de kullanılmaktadır. Kelime anlamını erkekler arası eşcinsel ilişkinin yaygın olduğu Lût kavminden almaktadır. Cevâd Ali, livâta kelimesinin Araplar arasında Kur’an’da Lût kavminden bahsedilmesinden sonra (aş. bk.) kullanılmaya başlandığını söyler (el-Mu-faşşal, V, 143; ayrıca bk. Râgıb el-İsfahâ- nî, el-Müfredât, "lvt" md.).
 •LİVATA OLAYININ
(HOMOSEKSÜELLİK – EŞCİNSELLİK) AYET VE HADİSLERLE AÇIKLANMASI
80.Lût’u da gönderdik. Bir vakit kavmine: "Sizden evvel âlemlerden hiçbirinin yapmadığı çirkin şeyleri siz mi yapıyorsunuz?" dedi.

81."Kadınlan bırakıp da şehvetle erkeklere mi varıyorsunuz? Yok siz çok azgın bir kavimsiniz.•<!--[endif]--> 82.Kavminin cevabı da şu oldu.: "Bunları memleketinizden çı­karın. Çünkü bunlar (kadınları bırakıp da erkeklere varmaktan) sakınan kimselerdir."•<!--[endif]-->
83.Biz de onu ve ehlini kurtardık. Yalnız karısı (inanmadığı için) yere geçenlerden oldu. 
84.Biz de onu ve ehlini kurtardık. Yalnız karısı (inanmadığı için) yere geçenlerden oldu. Neml 7/54-55 HUD SURESİ : 77-83 ŞUARA SURES: 160-174
160.Lût kavmi de peygamberleri yalanladılar. 161.O vakit kardeşleri Lût onlara: "Siz (Allah'tan) korkmaz mı­sınız?" demişti. 162."Haberiniz olsun ki ben sizin için güvenilir kir peygamberim.“ 163."Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.“ 164."Bunun için ben sizden bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbi'ne aittir.“165.(insanlar) âleminden erkeklere mi gidiyorsunuz? 166."Ve Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıyor mu­sunuz? Doğrusu siz aşın giden bir kavimsiniz.“ 167.Dediler ki: "Ey Lût, eğer (davandan) vazgeçmezsen mutlak ve muhakakkak (memleketimizden) çıkarılanlardan olacaksın.“ 168.Lût şöyle dedi: "Doğrusu ben sizin yaptıklarınıza buğz eden­lerdenim.“ 169."Ey Rabbim, beni ve ehlimi onların yapmakta oldukları şeyin (azabından) kurtar.“ 170.Biz de onu ve ailesini tamamen kurtardık. 171.Ancak geri kalanlar içinde yalnız bir koca karı kaldı. 172.Sonra geridekileri helâk ettik. 173.Üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki, azapla korkutulanların yağmuru ne kötü oldu.174.Şüphesiz ki bunda, mutlak bir ibret vardır. Öyle iken onların çoğu inamcı değildir. HADİS-İ ŞERİFLER     Cabir (r.a.) Resulullah (s.a.v.) ’in:"Ümmetim için en çok korktuğum şey Lût Kavmi ’nin işidir(Erkeklerin erkeklerle münasebette bulunmalarıdır)" buyurduğunu rivayet etti.(38)    Abdullah oğlu Cabir (r.a.) Resulullah (s.a.v.) 'in:"Zimmilere (41) zulmedildiği zaman, devlet haksızlık yapmış olur ve düşman kazanır. Zina çoğalınca esir de çoğalır. (42) Liva ta çoğaldığı zaman Allah, o toplumdan yardımını keser ve güç durumlarda onlara asla yardım etmez" dediğini rivayet etti. (43)     îbn Mâce, Tirmizi ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Tirmizi "Hadisin hasen garip" Hakim ise "İs­nadının sahih" olduğunu söylemiştir.    Zimmi: Müslümanların arasında ve güvenleri altında oturan yabancılar.     Resül-i Ekrem (s.a.v.) bu sözüyle zina sonucu doğan çocuk, temiz anne babadan doğmadığı için, hor görüleceğini, cemiyet içinde adeta esir gibi yaşayacağını ve babası belli olmadığından an­nesine kötülük edeceğini, bunun da bir çeşit esirlik olduğunu kasdetmiştir. Manevî der ki: Zi­nanın çoğalması sebebiyle Allah Onlara düşmanlarım musallat kılar ve onlardan bir çoklan e- sir düşer.     Taberani rivayet etmiştir."Allah yedi kat göklerin üzerinden yedi kişiye lanet etti ve onlardan her birine fen laneti üç kere tekrarladı. Onlardan her birine yaptığı lanet yeter de artar:     İslâm dini, cinselliği tabii bir vâkıa olarak kabul edip cinsel ihtiyaçların mâkul ve meşrû zeminde giderilmesine imkân vermiş, ancak cinselliğin insanlık onur ve değerini ihlâl edecek biçimde kontrolsüz kullanımını önleyici bazı sınırlamalar getirmiştir.   Evliliğin teşvik edilip aile hayatını ve kurumunu korumaya yönelik ted­birlerin alınması, iffetin ve neslin korunmasının dinin temel gayeleri arasında gösterilmesi, cinsel sağlık ve ahlâk eğitimine önem verilmesi, müstehcenlik, fuhuş ve zina jle mücadele edilmesi böyle bir anlam taşır. Bunun için Kur’an ve Sünnet'te cinsî hayata ilişkin olarak birçok ayrıntılı düzenleme ve hüküm yer almıştır.

Eski Ahit’te Homoseksüellik ve Lezbiyenlik

EŞCİNSELLİK
      Erkekler arasındaki eşcinsel ilişki
         ARAF SURESİ : 80-84
         Lût'u da gönderdik, kavmine: "Göz göre göre     bir hayâsızlık mı yapıyorsunuz? Kadınları bırakıp, şehvetle erkekleremi yaklaşıyorsunuz? Evet, siz cahilce davranan bir toplumsunuz" dedi.
77. Elçilerimiz (melekler) Lût'a varınca onların yüzünden, (kavmi, bunlara bir kötülük eder diye) Lût fenalaştı. Eli, ayağı dolaştı ve "Bu, çok zor bir gün." dedi.
78. Bundan evvel kötü kötü işler yapmakta olan kavmi ona (misafirlerine tecavüz için) koşup gelmişlerdi. Lût dedi: "Ey kavmim, işte şunlar kızlarım. Onlar sizitı için daha temizdirler. Artık Alah’dan korkun da beni misafirlerim içinde rüsvay etmeyin. İçinizde aklı başında hiçbir adam yok mu?"
79.Onlar dediler ki: "Şüphesiz bilirsin ki, senin kızlarınla bizim hiçbir alakamız yoktur. Ve sen bizim ne istediğimizi pekâlâ bilirsin."
80.Lût dedi: "Ne olurdu size karşı bir kuvvetim olsaydı. Veya çok sarp bir kaleye sığınabilse idim."
1)Lût kavminin yaptığını (erkeğin erkekle teması) yapan kimse melundur, (Allahm rahmetinden kovulmuştur) diye üç kere tekrar etti.
2)Allah 'dan başkasının adına bir hayvan kesen melundur, ’
3)Hayvana yaklaşan (onunla temas eden) melundur,
4)Ana ve babasına karşı gelen melundur,
5)Bir kadınla ve o kadının kızıyla evlenen kimse melundur, 1
6)Hakkı olmayan bir mülke el uzatan melundur,
7)Velisini bırakıpta yabancıya bağlanan kimse melundur.”
               Bunlardan biri de livâtanın İslâm'da şiddetle kınanıp büyük günahlardan sayılması olmuştur. İslâm literatüründe konu ferdî ve İçtimaî ahlâk, cinsiyet ahlâkı ve eğitimi gibi açılardan ele alınıp fert ve toplumların böyle bir sapkınlıktan korunması, fertlerin bu tür davranış ve eğilimlerini önleyici ve tedavi edici tedbirlerin alınması üzerinde durulmuş, fıkıh literatüründe ise daha çok hukukî açıdan bu gruba giren fiillerin suç teşkil etmesinin şartları ve bu fiili işleyenlere uygulanacak ceza yönüyle incelenmiştir.
           Kur’an’da ve hadislerde yer alan ifadelerden hareketle İslâm âlimleri, livâtanın dünyevî cezayı da gerektiren haram bir fiil olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Hatta livâtayı haramlık bakımından zinadan daha ağır bir fiil olarak kabul edenler de vardır. Livâta yapan kimseye verilecek ceza konusunda ise İslâm hukuk ekolleri farklı görüşlere sahiptir.
               Bu konudaki fikir ayrılığı, livâtanın zina kapsamında bir suç mu yoksa ondan ayrı başka bir suç mu teşkil ettiği konusundaki farklı yaklaşımlardan, ayrıca bu fiili işleyen kimselere verilecek ceza ile ilgili hadislerin yorumundan kaynaklanmaktadır.
           İslâm hukukçularının çoğunluğu, Kur’an’da hem zinanın hem livâtanın açık hayasızlık ve çirkin davranış (fahişe) olarak nitelendirilmesini dikkate alarak livâtayı zinaya kıyas etmiş, bu fiilin zina olarak adlandırılabileceğini ve zina ile aynı hükümleri taşıdığını belirtmiştir.
           İmam Şâfiî ile Hanefî hukukçularından Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Haşan eş-Şeybânî'ye göre livâta yapan kişiye zina suçunda olduğu gibi had cezası uygulanır; fâil muhsan ise recmedilir, muhsan değilse 100 celde ile cezalandırılır. Şâfiîler, livâta suçunda fâilin bekâr olması durumunda kendisine ayrıca sürgün cezası verilmesi gerektiğini ifade ederler.
               İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel ise Hz. Peygamber’den nakledilen ve livâta yapan kişilerin öldü' rülmesi ya da recmedilmesi gerektiğini ifade eden hadisleri (İbn Mâce, “Hudûd", 24; Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 29;Tirmizî,“HU' dûd”, 24) esas alarak muhsan olsun ya da olmasın livâta fiilinin fâiline recm cezası verileceği görüşündedir. Bu hukukçulara göre livâta suçunun ispatı için zina suçunda olduğu gibi dört şahit getirilmelidir.
              Livâta yapan kişilerin öldürülmesi gerektiğini ifade eden hadisler, aralarında Nesâî’nin de bulunduğu bazı hadis otoriteleri tarafından sened yönünden tenkit edilmiştir (Şevkânî, VII, 131). Diğer taraftan Resûl-u Ekrem’in livâta yapan kimseyi recm cezası ile cezalandırdığına veya livâtanın cezaî müeyyidesi hakkında hüküm verdiğine dair bir bilgi mevcut değildir (İbnü't-Taiiâ', s. 33).
             İmâmiyye ve Zâhiriyye mezhebine mensup hukukçularla Ebû Hanîfe livâtayı zinadan ayrı bir fiil olarak değerlendirmektedir. Onlara göre livâta, zinaya kıyas edile­meyeceği ve zina olarak adlandırılamayacağı için ondan farklı bir suç oluşturmakta ve farklı hükümler taşımaktadır.
       
            Ebû Hanîfe, üreme organının dışındaki bir yolla kadın ya da erkekle cinsel ilişkide bulunmanın zina olarak kabul edilemeyeceğini ve livâta yoluyla nesebin karışma ihtimalinin bulunmadığını ifade ederek bu suçu işleyen kimseye devletin yetkili organlarınca takdir edilecek bir cezanın (ta'zîr) verilmesi gerektiğini belirtir. Bu fakihler ayrıca livâta suçunun ispatı için iki şahidin yeterli olduğu görüşündedir.
            Diğer taraftan aralarında Ebû Müslim el-İsfahânî’nin de bulunduğu bazı âlimler, Kur’an’da kadınların açık hayâsızlıkta bulunmasıyla ilgili olarak yapılan açıklamanın ardından, "İçinizden iki kişi açık bir hayâsızlıkta bulunursa onlara ceza verin” meâlinde bir ifadenin yer almasını (en-Nisâ 4/16) erkekler hakkında bir açıklama olarak yorumlamakta ve bu hükmün livâta yapan kişilerle ilgili olduğunu, bu sebeple âyetin hükmü gereğince onlara ta'zîr cezası uygulanacağını ileri sürerler. Tâbiîn âlimlerinden Mücâhid’in de bu görüşte olduğu nakledilmektedir (Fahreddin er-Râzî, IX, 231 -232; Reşîd Rızâ, IV, 437-440).
            İslâm hukukçularının çoğunluğu, bir kimse aleyhine yapılan livâta ithamının ispat edilmediği takdirde kazf suçunu meydana getireceği görüşündedir. Ebû Hanîfe ve Zâhirîler ise bu tür bir ithamı hakaret ve sövme kapsamına dahil ederek ta'zîr cezasını gerektiren bir suç olarak kabul ederler.
           Livâtanm gerek din ve ahlâk gerekse hukuk düzeni açısından günah, çirkin ve suç teşkil eden bir fiil olmasının yanı sıra tıp otoriteleri de anal ilişkinin zedelenmeye ve yaralara yol açtığını, özellikle AIDS hastalığını meydana getiren virüsün eşcinsel ilişkiler yoluyla açılan yaralardan kolayca girmek suretiyle hızlıca ürediğini ifade etmektedir.
             İslâm tarihinde erkekler arasında eşcinsel ilişkilerin ilk olarak Abbâsîler döneminde yaygınlaştığı görülmektedir. Bu tür ilişkiler başta şiir olmak üzere çeşitli edebî türlerdeki eserlere de yansımış ve “livâta edebiyatı" olarak adlandırılabilecek bir tür meydana gelmiştir (Selâhaddin el- Müneccid, s. 89,149-172).
            Ahlakdışı söz ve davranışlarıyla tanınan Küfeli şair Vâlibe b. Hubâb ve öğrencisi Ebû Nüvâs’ın (ö. 198/813 |?|) erkekler arası eşcinsel ilişkilere dair şiirleri, Arap edebiyatında cinsel temaları işleyen ve erkekler arasındaki eşcinsel ilişkilere yer veren nesir türündeki ilk eserlerden biri olan Câhiz’in (ö. 255/869) Müfâharetü'l-cevâri ve'l-ğıl- mân’ı (nşr. Peliat, Beyrut 1957; A. Hârûn, Resâ’Uü'l-Câhlz, Kahire 1979 içinde) bu türün ilk örnekleri arasında sayılabilir.
               Homoseksüellik, eşcinsel olma durumudur. Homoseksüel, kendi cinsinden kimselerle cinsel ilişkide bulunan kimse demektir (Türkçe Sözlük, 1998: I, 733). Bu durumda homoseksüellik, bir erkeğin kendi cinsinden bir  erkekle cinsel ilişkiye girmesiyken; lezbiyenlik, bir kadının yine bir kadınla cinsel ilişkiye girmesi durumudur.Yani lezbiyenlik bir anlamda kadın sevicilik demektir.
           
             Genel olarak eşcinsellik, eski Yunan'da benzer anlamına gelen “amos” ile cinsellik anlamında kullanılan seksüalite sözcüklerinden türemiş olup, aynı cinsiyetten bireyler arasında kurulan, cinsel nitelikli bedensel ya da duygusal bağlılık ve ilişki anlamına gelir.
            Eşcinselliğin tarihi oldukça eskidir. En eski zamanlardan beri bilinmektedir.Hemen hemen bütün kültürlerde ve büyük dinlerde eşcinsellik, normal dışı cinsel davranış olarak kabul edilmiştir. İnsanlık tarihi boyunca birçok medeniyet, eşcinsel ilişkileri daha az, heteroseksüel ilişkileri ise daha fazla kabul etmiştir (Ateizm, 2006). Çünkü bu tür doğal olmayan ilişkiler toplumun ahlak çizgilerini inceleştirmiştir. Yoz bir kültüre kayma bu tür sakıncalı ilişkilerin sonucudur.
                Homoseksüel kelimesi ilk defa 1869’da Viyanalı yazar Benkert tarafından ortaya atıldı. Benkert, bu kelimeyi, eşcinsellerin kendi iradelerinden bağımsız olarak bir “üçüncü cins” oluşturduklarını, dolayısıyla günah ya da suç işlemiş sayılamayacaklarını göstermek, böylece eşcinselliği zulümden korumak umuduyla kullanıma sokmuştu; bu sayede eşcinsellik tıbbi olarak ilk kez sınıflandırılıyordu (Zeldin, 2000: 129).
             Artık 101 günümüzde bu kelimeyi bilimsel anlamda sıkça kullanmaktayız. Homoseksüel, gay, lezbiyen, eşcinsel kavramları bu cinsel sapıklıkta bulunanlar için etiketlenen sözcüklerdir.
            Oysa Eski Ahit’in geldiği dönemden itibaren eşcinsellik, yasaklanmış ve günah kategorisine sokulmuştur. Ama Kitab-ı Mukaddes toplumuna gelene kadar bu sapıklıklar kabul görmüştür. Semavi dinlerin gelmesiyle birlikte bu davranışlar yasak olarak nitelendirilmiştir. Özellikle ilk semavi din Yahudilik, bu tür davranışlara oldukça sert tepki göstermiştir.
            Öte taraftan Eski Ahit’te daha çok erkek eşcinselliği üzerinde durulurken buna karşın lezbiyenlik üstüne fazla konuşulmaz. “Lut ovadaki kentlerin arasına yerleşti,Sodom’a yakın bir çadır kurdu. Sodom halkı çok kötüydü. Rabbe karşı büyük günah işliyordu” (Yaratılış: 13: 12- 13). Sodom halkı homoseksüelliği ile Tevrat’ta sıkça kendisinden bahsedilen bir halktır. Bunlar Tanrı’nın kesin olan kurallarını bile bile çiğnemiş ve bunun neticesinde şiddetli azaplara müstahak olmuşlardır. Sodom halkının çok kötü olmasından anlaşılan, cinsel sapma geçirmesi bu cinsel sapıklığı şiddetli bir şekilde yapmasıdır.
            Tarih, Sodom ve Gomora adını homoseksüel sıfatlarla insanların hafızasına kazımıştır. Şiire, resme ve sanata da konu alan bu iki şehir halkı, eşcinselliğin sembolüdür. Bunlar insanların havsalasına bir kişi veya birey olarak değil bir toplum olarak geçmişlerdir. Eşcinsellik, toplu bir günahın tarihin aklında çirkin yerini alışıdır.
           Doğal olmayan ve insanın doğallığına aykırı olan bu günah, Tevrat’ın elinde kan ağladığı bir kötülüktür. Lut Peygamberin talihsizlikle kendisine denk geldiği bu toplumun günahkâr kişileri, onu bu günah sebebiyle imtihan ettiler. Bu günah sıradan ve affedilecek bir çirkinlik değil Rabb’e karşı isyandı.
                Bu isyan Tevrat’ın birçok kısmında açıkça dile getirilir: “O iki melek de akşamleyin Sodom’a vardılar ve Lut, Sodom’un kapısında oturuyordu. Lut görüp onları karşılamak için kalktı; yere kapandı ve dedi: İşte, efendilerim, şimdi kulunuzun evine inin, geceyi geçirin, ayaklarınızı yıkayın ve erken kalkıp yolunuza gidersiniz. Ve dediler: Hayır, fakat biz geceyi meydanda geçireceğiz, deyip onları çok zorladı; sonra onun yanına indiler ve evine girdiler; en sonra onlara ziyafet yaptı, mayasız ekmek pişirip yediler. Fakat onlar yatmazdan önce, şehrin adamları, Sodom adamları, her mahalleden gençten ihtiyara kadar bütün halk, evi sardılar ve Lut’u çağırıp ona dediler: Bu gece senin yanına giren o adamlar nerede; onları bize çıkar, onları bilelim. Lut, kapıya çıktı ve 102 arkasından kapıyı kapatıp onlara seslendi. Şöyle dedi:
                   Ey kardeşlerim, rica ederim, kötülük etmeyin. İşte, benim ere varmamış iki kızım var; rica ederim, onları size çıkarayım, onlara gözünüzde iyi olana göre yapın; mademki damımın gölgesine geldiler, bu adamlara bir şey yapmayın. Sonra dediler: Geri çekil! Bu adam garip olarak geldi ve kendisini hâkim sayıyor; şimdi sana onlardan ziyade kötülük ederiz. Adamı, Lut’u çok zorladılar ve kapıyı kırmak için yaklaştılar. Fakat adamlar ellerini uzatıp Lut’u yanlarına, evin içine getirdiler ve kapıyı kapadılar. Evin kapısında olan adamları, küçükten büyüğe kadar körlükle vurdular, şöyle ki, kapıyı bulmak için yoruldular. Adamlar Lut’a dediler: Senin burada daha kimin var? Damatlarını ve oğullarını ve kızlarını ve şehirde sana ait olanların hepsini bu yerden çıkar; çünkü biz bu yeri harap edeceğiz; çünkü Rabbin önünde onların feryadı büyümüştür. Rab onu harap etmek için bizi gönderdi
              Burada Sodom halkının, gözü dönmüş bir aşırılıkla Lut Peygamberin evine adam kılığında gelen meleklere karşı tavrından bahsedilmektedir. Tanrı’nın emrine karşı gelerek veya Tanrı’nın emrini unutarak böyle bir azgınlığa kalkışmaları ve sonunda hak edilen cezayı çekmeleri teması, işlenmektedir.
     
          Homoseksüel bir sapıklığın getirdiği taşkınlık, Sodom’u kendinden geçirmiş ve amacına ulaşmak için gözü kara bir şekilde Lut’un kapısını zorlayarak onlarla cinsel ilişkiye girmek istemişlerdir. İşte bu olay, Tanrı’nın bu sapıklık karşısında Lut’a verdiği ihtarla önce bu halkı uyarması ve ardından gazabını onların üstüne indirmesi en sonra da Sodom halkının tarihe gömülmesi ile sonuçlanmıştır.
            Toplumun nerdeyse tümünde eşcinselliğin bu kadar yaygın hale gelmesi gerçekten anlaşılır değildir. Kadın ve erkeğin birbirini tamamlamak için gönderildiği İsrailoğulları toplumunda kadının oyun dışına itilip, erkek erkeğe cinsel ilişiklerin yaşanması bir talihsizliktir. Tabiat böyle bir günah karşısında dilini yutmuştur.
           Kadının diskalifiye edildiği bu oyunda erkeklerin kendini dileyerek dişileştirmesi bir rol ve doğa sapmasıdır. Erkeğin kendi cinsiyetini olumsuzlamasıdır. Buna anlam vermek çok zordur. Ama Tanrı’nın bu suça karşı tepkisini şiddetlice göstermesi anlaşılır bir cezadır.
             Eski Ahit, insanı Adem ve Havva olarak iki ayrı cins şeklinde yarattığını belirtmektedir. Ortada iki erkek veya iki kadın değil birbirine zıt ve birbirini tamamlayan iki varlık vardır. Bu iki ayrı cins birleştiklerinde kendinden bir parça 103 doğurarak yeni bir varlık yaratır.
             Bunun anlamı ise üretkenlik, doğurganlık ve berekettir. Oysaki eşcinsel birleşmelerin sonu kısırlıktır. Bir türlü ot bitmeyen kurak tarla örneğidir. Onun altında çoğalmak değil hep aynı kalma hatta azalma vardır. Buradan hareketle eşcinseller asıl cinsellikten uzaklaşmış kişilerdir. Özüne bakılırsa eşcinsel eğilimleri olanlar, çarpıklıklarını ve Aden’deki yetkin cinsellikten kopuk olduklarını alçakgönüllülükle kabul etmelidirler. Aynı cinsin kollarında ya da hayalinde cinsel doyum ve sağlık arayışı, boş ve sonuçsuz bir deneyimdi
             Tanrı, erkek ve kadının,kendilerini aynı cinsle tanımlamalarını hiçbir şekilde uygun görmemiştir (Comiskey, 2000: 33). Cinselliği, ancak evlilik ilişkisi çerçevesinde, karşı cinsle yasal bir döşekte ve
          Tanrı’nın ilahi amacı doğrultusunda olursa doğal ve sağlıklı kabul etmektedir. Aksi halde bunun dışındaki, her tür sapıklığı şiddetli bir azapla cezalandırmaktadır. Eski Ahit eşcinsellik gibi bir çıkmazı kendi üslubuyla şöyle ifade eder: “Kadınla yatar gibi erkekle yatma; bu iğrençtir” (Levililer: 18: 22). Çünkü kadının yapmış olduğu işi erkek yapamaz. O ancak erkekten beklenenleri yapar. Dolayısıyla bir erkek, cinsine saygısızlık yapıp kendini saptırmamalıdır. Bu iğrençliktir ve yoldan çıkmışlıktır.
             “Bir erkek başka bir erkekle cinsel ilişki kurarsa, ikisi de iğrençlik etmiş olur.Kesinlikle öldürülecekler. Ölümü hak etmişlerdir” (Levililer: 20: 13). Erkeğin içine düştüğü bu iğrenç ve çirkin tuzak kendi yazgısını yok etmesine sebep olmuştur. Cinselliğin bu derece saptırılması ve asıl cinsel organların işlevsizleştirilmesi Yahudilerin soyu için ciddi bir tehlikedir. Bu yüzden Tevrat sürekli azap ve şiddet uygulayacağı uyarısında bulunur. Çünkü Tanrı, homoseksüel davranışları kötülemiş ve bu eylemlerin kabul edilmeyecek günahlar olduğunu belirtmiştir.
             Burada ilginç olan bir nokta daha vardır. O da, Yahudilerin kutsal kitabında ‘bir erkek kendisi gibi bir erkekle yattığı takdirde, ikisi de bir günah ve suç işlemiş olduklarından ölüm cezasına çarpılırlar’ yolunda hükümler olduğu halde, kadının kadınla yatması kaydı yoktur.
              Hâlbuki hayvanla ilişkide bulunan kadının da ölümünden söz edilmektedir. Çok eski ve gizli İbrani kaynaklarına göre Kral Davut, sevici genç kadınların sevişmelerini seyretmekten hoşlanırdı. Kral Süleyman’ın yüzlerce cariyesi olan sarayında da sevicilik rağbet görmekteydi (Adasal, 1975: 401).
              Bu durum bize erkek eşcinselliğinin kadın eşcinselliğine göre daha çok olduğunu göstermekle birlikte kadın eşcinselliğinin de olmadığını kanıtlamaz. Fakat kadın eşcinselliğinin ilkçağlardan günümüze değin var 104 olduğu da bir gerçektir. Bu bağlamda Eski Ahit’te kadın seviciliğine açıkça örnek verilmemesi bu günahın işlenmediği anlamına gelmez.
               Eski Ahit’in yukarıda açıkladığımız ifadeleri, yani Levililer, 18: 22 ve Yasa’nın Tekrarı, 22: 5’te geçen ifadeler, yüzyıllar boyunca Yahudilerin eşcinsel erotizme ve travestiliğe bakışlarını etkiledi. Kutsal Kitap uzmanı akademisyenlere göre bu emirlerin katılığı, o dönemdeki İsrailoğulları'nın kendilerini, yerleştikleri topraklarda onlardan önce ikamet etmiş olan Kenanlılardan ayırma çabasından kaynaklanıyor olabilir.
              Kenanlıların dininde toplumsal ve biyolojik cinsiyet çeşitliliği tanrıça inancıyla ilişkiliydi. Kenanlıların dinini yok etmek için bu dinle ilişkili cinsel uygulamaların da yok edilmesi zorunlu görülmüştü. Bu uygulamaların en güçlü simgeleri, tanrıça Athirat ve erkek eşi Baal’ın kutsal fahişeleri olan rahibeler ve rahiplerdi. Daha sonra bile Beni İsrail ve Yahudi hükümdarlar rahip ve rahibeleri yok etmeye yönelik şiddetli hareketler düzenlediler (Baird, 2004: 90- 91).
                Fakat sonraları eşcinsellik giderek Yahudiler arasında ılımlılaşmaya başladı. Eski Ahit, artık eski kültlerden iyice ayrışmış ve kendine göre toplumsal bir yol çizmiştir. Eşcinselliğin bir yasak ve günah olarak Yahudilere yakışmayan bir davranış tarzı olduğu netleşmiştir. Zaten Eski Ahit’in sert cezaları bu suçun sınırını iyice keskinleştirmiştir. 
               Bilindiği gibi sertçe eleştirilen homoseksüel sapıklık yasaklanmış ve onun tiksinti verici bir davranış olduğu Eski Ahit’in birçok yerinde vurgulanmıştır. “Onlar dinlenirken kentin serserileri evi kuşattı. Kapıya var güçleriyle vurarak yaşlı ev sahibine, evine gelen o adamı dışarı çıkar, onunla yatalım, diye bağrıştılar.
               Ne var ki adamlar, onu dinlemediler. Bunun üzerine Levili cariyesini zorla dışarı çıkarıp, onlara teslim etti. Adamlar bütün gece, sabaha dek kadınla yattılar, onun ırzına geçtiler. Şafak sökerken onu salıverdiler” (Hâkimler: 19: 22- 25). Hâkimler bölümünde aynı suç, aynıtema anlatılır. Burada eşcinsel arzular ve tatmin edilemeyen aşırılığın bir cariyeyle yatıştırılması söz konusudur.
              Ayrıca damarlardaki azgın hayvanın bir bedelle sakinleştirilmesi ya da yem derecesindeki kadının önemsizliğinin bir erkek sapıklığına kurban edilmesi durumu vardır. Bu tavra Eski Ahit’in birçok bölümünde rastlamak gayet mümkündür ve hatta çok doğal bir durumdur. Tanrı yasaklar, yapılır; Tanrı kızar, cezalandırır. Fakat uslanamayan homoseksüel duygular Tanrı’nın gazabı kalktıktan sonra tekrar depreşir.
                “Yeruşalim Peygamberleri arasında Şu korkunç şeyi gördüm:Zina ediyorlar, yalan peşindeler.Kötülük edenleri güçlendirdiklerinden, kimse kötülüğünden dönmüyor.Benim için hepsi Sodom gibi, Yeruşalim halkı Gomora gibi oldu” (Yeremya: 23: 14).
                Tanrı en kötü suçu eşcinsellikle kıyaslarken aslında homoseksüelliğin ne kadar alçakça bir suç olduğunu vurgulamaya çalışmaktadır. Nitekim Yeruşalim halkının yaptığı kötü fiilleri, Sodom ve Gomora halkının yaptığı suçlar derecesine indirerek, onlara güvenmediğini ve onların yanlış yaptıklarını anlatmaktadır.Eşcinsellik, özünde bir kısır döngüdür. Öyle ki tüketen bir eylem tarzıdır. Çünkü orada ne doğurma ne ana olmanın kutsallığı ve ne de Yahudiliğin ısrarla vurguladığıaile kavramı vardır. Sadece hazza ve zevke yönelik bir işleve takılma söz konusudur.
            Tevrat’ın ısrarla üstünde durduğu bir gerçeği, homoseksüel yatkınlık, sürekli arka plana itmektedir. O da üremedir. Kısır olmayan bir bereketlilik hali yani doğurganlıktır. Döl veren bir üretkenliktir. Bunu Tevrat’ta net olarak doğrulayan birçok ifade vardır. “Erkekleriniz, kadınlarınız, hayvanlarınız arasında döl vermeyen olmayacaktır” (Yasanın Tekrarı: 7: 14).
              Kısır olan hayvan olsun erkek olsun Yahudiliğin istemediği bir durumdur. Tevrat’ın kutsal amacına ancak doğurganlık hizmet eder. “Erkeklik bezi ezilmiş ya da organı kesilmiş kişi Rabbin topluluğuna girmeyecek” (Yasanın Tekrarı:23: 15). Rab kısırlığa yol açan tüm nedenlere karşıdır. Kısırlık yaratan tüm problemler ortadan kaldırılmalıdır. Gerekirse kısırlığın sebebi olan cinsel organ kesilip atılmalıdır. Erkek veya kadın cinsel organı üretmek ve çoğaltmak için vardır.
             İşlevini yerine getirmeyen bu organların gövdede kalma hakkı yoktur. Yahudilikte kısırlık tıpkı bir veba gibi, ölümcül bir hastalık gibi algılanmıştır. Yahudi neslini kuruyup bitirecek bu hastalık kimde varsa o kişi cezasını çekip tarihe gömülecektir.
           
             Homoseksüellik üzerindeki yasaklama ile ilgili çeşitli sebepler ileri sürülmüştür. Bunlardan bir tanesi bu tür cinsel ilişkilerin insanlığın çoğalmasını engellediğiyle ilgilidir. Çünkü bu şekilde cinselliğin temel işlevi yerine getirilmemiş olmaktadır. Diğer bir neden de evli bir adam homoseksüel eğilimler taşıyorsa, bu yüzden karısı ve ailesini terk edebilir.
             Bu şekilde böyle bir kişi, Yahudilikte çok büyük önem taşıyan aile kurumunu yıkmış olur. Bu sebeple başka kültürlerde bu eylem nasıl kabul edilirse edilsin; Yahudilik, Tevrat’ın açıklaması doğrultusunda homoseksüelliği itici ve iğrenç olarak tanımlar (Besalel, 2001: II, 216). Sürekli verimlilikten bahseden bir dinin eşcinselliğin yasaklanması üstünde bu derece önemle durması doğrusu haklı sebeplere dayanmaktadır.
           
            Dikkat çeken bir diğer nokta da lezbiyenliğin Eski Ahit’te vurgulanmıyor olmasıdır. Erkek eşcinselliği açıkça anlatılmakta ve uyarılmakta fakat kadınların lezbiyenliği konusu üstünde durulmamaktadır. Lut’un karısının da homoseksüellerle ilişkisinin olduğundan bahsedilmekte fakat bunun adının özellikle lezbiyenlik olduğundan söz edilmemektedir.
            Bunun o dönem bu tür sapıklığın olmamasından mı erkek egemen Yahudi kültüründe böyle bir şey olduğu halde bahsedilmemesinden mi olduğu açık değildir. Fakat her türlü azgınlığın var olduğu o çağda böyle bir sapıklığın da olmayacağı mantık dışı bir sorgulamadır.
            Geçmişte olduğu gibi günümüz toplumlarında da var olan eşcinsellik veya lezbiyenlik tüm yasaklanmalara rağmen varlığını gün geçtikçe şiddetli bir şekilde hissettirmektedir.
          Eski Ahit, geçmişten günümüze değin tüm Yahudileri bu günahı işlememeleri konusunda uyarmasına rağmen modern dünyada bu eylemler yasallaşmakta ve bir cinsel yaşam hakkı olarak resmi belgelere geçmektedir.
         
           Günümüzde bazı Yahudiler, eşcinselliği bir hak olarak gördükleri için dinsel ayinlerini rahatça ifa edebilecekleri ibadet yerleri talep etmektedirler. Hatta bazıhomoseksüel Yahudilerin, aşırı aile temelli Yahudi topluluklarından yabancılaşmalarının bir göstergesi olarak, birkaç tane de eşcinsel sinagogu açılmıştır.
           Öte taraftan Ortodoks ve geleneksel sinagog yaşamının erkek hâkimiyeti aynı türden bir umutsuzluğu kadınlar arasında yaratmış ve bazı kadın gruplarının oluşmasına neden olmuştur. Ancak bu toplulukların çoğunda kadınlar statülerini yükseltme çabalarını, mevcut yerleşik çevre içinde çalışarak göstermektedirler. Herhalde kadınların geleneksel Musevilikteki ayrımlanmasını ve eşitsiz durumunu değiştirmek için Ortodoks olmayan kesim oldukça önemli bir çaba göstermemiştir.
           
           Fakat Reform hareketlerinde cinsler kurumsal olarak eşittir ve tutucu sinagoglarda da kadınların maruz kaldıkları kısıtlamalar giderek kaldırılmaktadır (BUA, 1987: 96).
            Bu şekildeki örgütlenmeler Yahudi geleneğinin çözülmesine ve birçok ülkede eşcinsel sapıklıkların doğal ve resmi hale getirilmesine neden olmuştur. Nitekim birçok yerde bazı eşcinsel Yahudiler, resmi haklar elde ederek birbirleriyle evlenebilmişlerdir.
        Eşcinsel evliliğe şu anda altı ülkede ve yedi ABD eyaletinde izin verilmektedir.Hollanda[2001'de eşcinsel evliliği uygulayan dünyanın ilk ülkesiydi, ve artık Belçika,Güney AfrikaİspanyaKanada ve Amerika Birleşik   Devletleri'nin MassachusettsIowa,Kaliforniya ve New York eyaletlerinde de geçerlidir. İsrail'de, diğer ülkelerde yapılan eşcinsel evlilikler kabul edilmektedir, ama İsrail'de yapılan eşcinsel evlilikler yasal sayılmıyor.
        Türk edebiyatında eşcinsellik, Türk edebiyatı içinde eser veren kişilerin (yazar ya da şair), eşcinsellik ya da eşcinsel temaları tamamen ya da kısmi olarak ele almasıdır. Kemal TahirAttila İlhanDemir ÖzlüFerit EdgüSelim İleriBilge KarasuAdalet AğaoğluLeyla ErbilKamuran ŞipalFazıl Hüsnü Dağlarca gibi yazarlar eserlerinde bu temaya yer veren bazı yazarlardır.[1] Kimi az kimi çok, kimi belli belirsiz ve kimi de açık bir biçimde, eşcinselliğe değindiler.
       Türk edebiyatında, "eşcinsellik" teması normal olarak 1980’lerden sonra Attilâ İlhan’ın Fena Halde Leman (1980) ile başlar.[2]2000'lere gelinceye kadar geçen süre zarfında, ağırlıklı olarak kadınlar arası cinsel ilişkiler ele alındı. 2000’lerden sonra süreklilik kazanan eşcinsellik temalı anlatılar, sayısal zirvesine 2003 yılında ulaştı