7 Mayıs 2013 Salı

TERÖR


TERÖR
Latince  terrere’den, Fransızca terreur kelimesinden  dilimize geçmiş olan terör “şaşırtma, korkutmak, dehşete düşürmek, yıldırmak “ anlamına gelir. Türkçede ise terörün bu manasını karşılamak üzere tedhiş kelimesi kullanılır.
13 Mart 1793 – 27 Temmuz 1794 tarihleri arasında Fransız İhtilaliden sonraki döneme terör dönemi denmiş ve literatüre böyle girmiştir.  
Terörizm; dinî veya ideolojik amaçlarla hükümetleri ya da toplumları korkutmak veya bir konuda karara zorlamak için masumlara ve mallara karşı illegal güç ve şiddet kullanımıdır.Şiddet  ise; bir insanı korkutmak, yaralamak, öldürmek veya bir mala zara vermek maksadıyla “fiziki güç kullanımı” şeklinde tanımlanır.
Terörizmin tanımında üç temel unsur yer alır. Birincisi bir eylemin terör olarak nitelendirilmesi için eylemin belli düzeyde şiddet içermesi gerekir. Terörizm, sadece şiddet ile açıklanamaz. İkinci unsur ise siyasi, dinî veya ideolojik amacı olmalıdır. Üçüncü unsur ise terör eylemleri masum insanları kendine hedef seçer.     
Savaşı terörden farklı kılan şey  birincisinin eşit koşullarda sadece askerler arasında gerçekleşmesi, terör ise sivilleri hedef alır.savaşta sivil kayıplar göze alınabilir. Ama eğer sivil kayıplar  askeri kayıptan çok daha fazla ise buna terör, katliam veya soykırım denir. Örneğin ABD’nin Irak’ta yaptığı  terördür.
Bir diğer önemli husus ise  terör ile mücadelede  teröristlerin kullandığı yöntemler kullanılıyorsa bu da terördür.
Terörizm küresel bir mesele olması ve terörle mücadele kapsamında uluslararası anlaşmalar imzalanmasına rağmen  uluslar arası çıkarlar nedeniyle bu antlaşmalara uyulmamaktadır.
SSCB’nin dağılmasıyla insan hakları ve özgürlükler yaygınlaşması bekleniyordu. Beklentinin tam aksine özgürlüklerin rafa kaldırıldığı, özgürlükler yerine küresel terör  yaygınlaşmıştır.
Yine  günümüzde  bazı devletler terör grupları desteklemektedir. Çünkü terör maliyeti düşük savaş yöntemidir.
 Küreselleşen dünyada terörün tanımı gittikçe  zorlaşmıştır. Uluslararası çıkarlar nedeniyle bir devletin  “Özgürlük  Savaşçısı” olarak görülen silahlı bir grub başka bir devlet tarafından terörist ilan edilebilmektedir. Ayrıca terörden fayda sağlayanlar terörün bitmesine engel olacaklardır.
Terörün Tarihi
Tarihte  ilk terörist grub zealotlar kabul edilir. Bunlar Roma’ya karşı saldılar düzenliyorlardı. Böylece Roma’nın Kudüs’ten çekileceklerini umuyorlardı. Ama Romalılar M.Ö 70’lerde  Kudüs’ü işgal etti ve bu silah grubu yok etti.
İslam dininde ilk terörist grub hariciler kabul edilebilir. Tahkim olayından ortaya sonra çıkmış , mürtekib-i kebire kabul ettikleri  Hz.Ali, Muaviye ve Amr b. As’a suikast düzenlemişlerdir. Kur’an’a lafızcı yaklaştıklarından mürtekib-i kebire kabul kabul ettikleri Müslümanların kanını ve canını helal görüyorlardı.bu da toplum genelinde büyük bir korku yaratıyordu.
Terör ilk defa Fransız Devrimiyle literatüre girmiştir. Fransız Devriminden sonra devrimi korumak için 1793-1794 yılları arasında “Jakobenlerin” hüküm sürmesidir. Bu tarihler arasındaki döneme terör denmiştir. Bu olaydan sonra terör örgütleri ihtilalci görünüm arz etmişlerdir. Daha sonra bombalama, suikastlar  tüm dünyayı sarmıştır. Nitekim I. Dünya savaşına bir suikast sebeb olmuştur.
20.yy kadar terör saldırıları  siyasileri hedef almıştır. 20.yy’dan sonra terör saldırıları sivilleri hedef almıştır.
1960’lı yıllardan sonra terör her iki bloğun birbirine karşı yürüttüğü gayrı resmi savaş yöntemiydi.
II. Dünya savaşı esnasında faşizm ve komünizm teröre ,halkı mevcut düzene bağlamak için başvurmuşlardır. 
Soğuk savaş sonrası dönemde terör küresel bir boyut kazanmıştır. SSCB’ye karşı kurulan NATO Soğuk savaş sonrası dönemde küresel terör ile mücadelede rol oynaması öngörüldü. 
Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra  ABD 5. maddeyi devreye sokarak küresel teröre ve teröristlere savaş  açtı. Böylece bir savaş yöntemi olarak  kabul edildi. Daha önceleri teröristler Siyasi suçlular olarak kabul ediliyordu. 11 Eylül saldırılarından sonra teröristler savaş suçlusu olarak görülmeye başlandı. 
Din ve Terör
Din insanı doğru yola iletmek, insanın tabiatında bulunan kötülüğü bastırmak veya başka bir yöne kanalize etmek için vardır.
Şiddetin Sami dinlerine özgü olduğu düşünülür. Halbuki Ahimsa(öldürmemek) merkezli Hint dinlerinde şiddet eylemlerine rastlamak mümkündür. Aslında her dinde radikal gruplara ve aşırı mistik gruplara rastlamak mümkündür. Dolayısıyla dinler şiddet ve terörün kaynağı değildir. Dinler barış ve uzlaşının kayanğıdır.   
Aslında dindarlar ve politikacılar kutsal metinlerde geçen şiddet ile ilgi ayetleri/pasajlara seçmeci-pragmatik yaklaşınca dini terör ortaya çıkıyor. İnsanlar şiddet eylemlerini meşrulaştırmak için kılıf aralar. Kimisi asker veya polis olarak bu şiddeti meşrulaştırırken, kimisi de dini kullanarak bu şiddet eğilimini meşrulaştırır. Bunun için kutsal metinlerde geçen şiddetle alakalı ayetleri bağlamından kopararak kendi bakış açısına göre yorumlar.
Kısaca dinlere genel itibariyle incelendiğinde dinlerin terör ve şiddeti onaylamadığı görülür. Ama 11 Eylül saldırılarından sonra İslam ve terör özdeşleştirilmiştir. Bunda İslamcı militanların cihada vurgu yapmaları İslam’ın terör ile  bağlantısı olduğu önyargılarını pekiştirmektedir.  
Cihat
“Güç ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elinden geleni yapmak” manalarına gelen cehd kökünden türemiştir. İslami literatürde dini emirleri öğrenip ona göre yaşamak, iyiliği emredip kötülüğü sakındırmak, İslam’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadeleye girişmek  anlamında kullanılır. Cihad ayrıca fıkıh termolojisinde savaş, tasavvufta ise nefs-i emmareye karşı mücadele anlamlarına gelir.
Cihad isim olarak dört yerde , fiil olarak yirmi dört yerde geçer. Bir kısım ayette direk savaş nalamına gelmekte, bazısında ise “Allah rızasına uygun yaşama anlamlarına gelir.
Hadis kitaplarında cihatla ilgili birçok hadis mevcuttur. Bazen muhaddisler “kitabü’l-cihat” adı altında bab başlığı açmışlardır.
Âişe(R):
— Yâ Rasûlallah! Biz (Kur'ân'da) cihâdı en faziletli amel görü­yoruz. Biz cihâda çıkamaz mıyız? diye sordu.
Rasülullah (S):
— "Fakat (siz kadınlar için) cihâdın en faziletlisi mebrûr (yâni makbul) haccdır" buyurdu (Buhari, “Cihad”, 1)şeklinde cevap vermesi , cihadın kapsamı bakımından önemlidir.
Buradan yola çıkarak cihadın Batılıların iddia ettiği gibi kutsal savaş(holy war) anlamı yoktur. Cihadın İngilizcedeki karşılığı strugle(mücadele)dir. Görüleceği üzere cihad ne radikal İslamcıların ne de Batılıların anladığı anlamda kutsal savaş anlamına gelmemektedir.
İslam Hukukunda Cihad
Cihad; Allah yolunda can, mal ve diğer vasıtalarla savaşta elden gelen güç ve gayreti sarfetmektir.
Normal şartlarda cihad farz-ı kifaye, genel seferberlik gibi olağanüstü durumlarda cihad farz-ı ayndır. Bu ehl-i sünnet imamlarının görüşüdür. Şiaya göre ise, tebliğ için cihad yapılması için imamın veya imam naibin izni gerekli. İslam ülkelerine saldır olduğu takdirde müslümanlar kendilerini savunabilirler.
Daha önce değindiğimiz üzere cihad aynı zamanda nefisle mücadeleyi kapsar “Mücahid nefsiyle cihad edendir”(Tirmizi, “Feza’ilü’l- Cihad”, 2). Cihad, sadece savaş anlamına gelmemektedir.      
Müsteşrikler cihadın bütün dünyadaki kafirlerin müslüman oluncaya kadar Müslümanların kafirlerle savaşılması  gerektiğini iddia etmişlerdir. Halbuki fukahadan çok azı  bu görüştedir.Fukahanın bu konudaki fetvaları şöyledir:
Hanefiler, Malikiler ve Hanbelilere göre cihadın sebebi kafirlerin Müslümanlara saldırmaları ve Müslümanları taciz etmeleridir. Şafiiler göre ise küfrün başlı başına savaş sebebi saymışlardır. Şafiileri delilleri şunlardır:
Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah yarlığayan, esirgeyendir.(tevbe 9/5)mealindeki ayet kafirlere mutlak şekilde emretmektedir. Bu ayetin, savaşanlarla savaşılmasını emreden  ayeti(Bakara 2/190) nesh ettiğinisöylüyorlar.
  
İnsanlarla Allah’tan başka ilah yoktur demelerine kadar savaşmakla emrolundum.(Buhari, “İman”, 18; Ebu Davud, “Cihad”, 104) Bu hadiste kafirlerle mücadelenin ancak onların müslüman olunca sona ereceğini ifade etmektedir.
Diğer fukahanın delilleri ise şunlardır:
 Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylarıdır. İşte bu doğru hesaptır. O aylar içinde (Allah'ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın ve bilin ki Allah (kötülükten) sakınanlarla beraberdir.(tevbe 9/36)
Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur. (bakara 2/193)
 
Debusi: insan ancak işlediği bir suça ceza olarak öldürülebilir.
Bir savaş bir öldürülmüş ve Peygamberimiz savaş meydanını gezerken bunu fark etmiş ve ordu komutanına kadınları öldürmemeleri için emir göndermiştir. Eğer cihadın sebebi küfür olsaydı peygamber böyle bir emir gönderme gereği duymazdı. Çünkü kadınlarda savaşma istidadı yoktur. Bu özelliğinden dolayı irtidad eden kadın öldürülmez.
Kur’an’da Ehl-i Kitab’ın cizye vermeleri halinde onlarla savaşmayı yasaklamıştır.(tevbe 9/29) Eğer cihadın sebebi küfür olsaydı cizye vermelerini Allah onlardan istemezdi.
Harb sebebini küfür olduğunu savunan müctehidlerin delil aldıkları ayetler  savaşın savaşın niçin yapıldığını değil nasıl yapılacağına vurgudur. Bu ayetlerin birbirini nesh ettiğinin bir mesnedi yoktur. Çünkü ayetlerin uygulama şartları birbirinden farklıdır. 
Terörün Evreleri
Anarşist  Dönem(1880-1920): Bolşevik ihtilali
Anti-Kolonyal Dönem(1920-1960): Bağımsızlık hareketleri
Yeni Sol Dönem(1960-1990)
İran İslam devrimiyle ortaya çıkan dini terör.  Bizim konu edineceğimiz terör bu dönemden sonra ortaya çıkan fundamentalist İslamcı gruplardır.
MEDENİYETLER  ÇATIŞMASI
Sovyetlerin dağılmasından sonra ABD ve Batı yeni arayışlar içerisine girmiştir. CIA eski başkanı Fukayama “Tarihin Sonu” tezini ileri sürmüş ve ardından Huntington “Medeniyetler Çatışması” tezini ileri sürmüşlerdir. Bu kişiler Batıya düşman yaratma gayreti içerisine girmişlerdir. Onlara göre Müslümanlar ile Hıristiyan Batı karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı ve biri ötekini yok etmeyene kadar bu böyle sürecekti
İslam camiasında bu teze karşı bir anti-tez geliştiren Edward Said’ti. Buna “Cehaletler Çatışması” diyecekti. 11 Eylül saldırının bazı İslam ülkelerini hedef  almasıyla Türkiye ve İspanya’nın eş başkanlığını yürüttüğü “Medeniyetler İttifakı” fikri atıldı. Daha sonra Dinler arası Diyalog çalışmalarına hız verildi.     Batı her zaman kendini öteki üzerinden tanımlamıştır. SSCB dağılınca kendisine bir öteki yaratma ihtiyacı duymuştur:İSLAM .
Her ne kadar 11 Eylül saldırılarından sonra gerek ABD başkanı Bush'un gerekse İngiltere başbakanı Blair'in terörizme karşı küresel çapta başlattıkları mücadelenin İslam 'la ilgisinin olmadığı yönünde demeçler verseler de, İslam 'la terörizmin özdeşliğini çağrıştıracak İslamcı terörle savaş bahanesi Batı medeniyeti ile İslam arasında eski bir gerilimin yeniden gündeme gelmesini sağlayacak, önyargıları önlemek yerine giderek artıracaktır.
Bir Terör Örgütü Olarak  “Bâtınilik”
11.yy.da Müslümanlar siyasi olarak bölündükleri gibi fikri anlamda da bölünmüştür. Sünnilerin merkezi Bağdat eski ihtişamını yitirmiş Abbasi toprakları sultanların ve emirlerin hâkimiyet mücadelesinin verildiği yer olmuştur. Sünnilere muhalif, Kâhire merkezli Şii Fâtimî devleti Abbasi topraklarına göz dikmiş ve bu topraklarda hâkimiyet tesis etmeye çalışmışlardır. Şiî Büveyhîler, Fâtımîlerin yardımıyla Bağdat’ı ele geçirdiler. İspanya’da ise Endülüs Emevî devleti yıkılmış ortaya irili ufaklı birçok devlet çıkmıştı. İslâm devletlerinde bu olaylar vuku olurken batıda Haçlılar Müslümanları İspanya’dan atma planları yapılıyor, doğuda Bizans İmparatorluğu boş durmuyor ve İslam devletinden toprak koparma hayalindedir.
Abbasi halifesi, Şiî Büveyhîlerin egemenliğinden kurtulmak için Selçuk sultanı Tuğrul Beyi Bağdat’a davet eder ve Tuğrul Bey halifenin bu davetine iştirak edip Bağdat’a gelerek bir asırdır süren Şiî hâkimiyetine son vermişlerdir. Selçuklular sayesinde İslam devletinde birlik yeniden tesis edilmiştir. Selçuklular içerde birlik sağlarken, dışarda Sünnî İslam devletini zor durumda bırakan Bizans ve Şii Fâtımîleri ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdir. Fâtımîler, Selçukluların himayesindeki Sünnî etkiyi kırmak ve yerine Şiî hâkimiyet kurmak için başkent Kâhire’de “Dâru’l-İlm” kurmuşlardır. Burada yetişen dâîler İslam ülkesine dağılarak Şiî propagandası yapacaklardı.
BATİNİLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI
Bâtıniliğin kurucusu sayılan Hasan Sabbah İmamiye müntesibiydi. İsmailî dâîler vasıtasıyla İsmailî olan Hasan Sabbah, daha sonra Rey dâî nakibi olmuştur. Bu bölgede davetini sürdürürken İsmailî akidesinde değişikliğe giderek kişide imanın oluşabilmesi için Muallim-i Sâdıka ihtiyaç olduğunu savunmuştur. Bâtınîlikte en dikkat çekici özellik “fedâîler” adında profesyonel bir suikastçı grub vardır. Bâtınîliğe muhalif olanlar bu suikastçı gurup tarafından ortadan kaldırılırdı. Böylece tarihte dini kökenli terörü kurumlaştıran ilk kişidir.Ama İsmailîlerde halife Muntansır’ın ölümünden onun yerine Müstalî’nin geçmesiyle ciddi bir ihtilaf çıkmıştır. Hasan Sabbah Muntansır’ın yerine Nizarî’nin halife olması gerektiğini savunmuştur. Davetini Nizâr adına yapmıştır. Böylece İsmailî’ye Nizarî ve Müstalî diye ikiye ayrılır. Bu ihtilaftan sonra Hasan Sabbah davetini rahat icra edebileceği müstahkem üs aradı. Elburuz üzerinde yüksek bir tepede olan Alamut kalesi uygun görüldü. Bu müstahkem kale Selçuklular defalarca kuşatılmasına rağmen alınamamış, en sonunda Moğollar tarafından ele geçirilmiştir.
İsmailîlerde halife Muntansır’ın ölümünden onun yerine Müstalî’nin geçmesiyle ciddi bir ihtilaf çıkmıştır. Hasan Sabbah Muntansır’ın yerine Nizarî’nin halife olması gerektiğini savunmuştur. Davetini Nizâr adına yapmıştır. Böylece İsmailî’ye Nizarî ve Müstalî diye ikiye ayrılır. Bu ihtilaftan sonra Hasan Sabbah davetini rahat icra edebileceği müstahkem üs aradı. Elburuz üzerinde yüksek bir tepede olan Alamut kalesi uygun görüldü. Bu müstahkem kale Selçuklular defalarca kuşatılmasına rağmen alınamamış, en sonunda Moğollar tarafından ele geçirilmiştir.
Haşhaşin denilen bu silahlı grup ayin edasıyla suikastlarını hançerle yapmış ve halkta derin korku yaratmışlardır. Bu grub sadece Müslümanlara değil Haçlılara da saldırıyorlardı. Batı dillerinde suikastçı anlamına gelen assasin Haşhaşin kelimesinden türemiştir. . Hasan Sabbah korkunun insanları süreleştireceğini bilen ve bunu en iyi şekilde kullanan kişidir. Pek çok devlet adamı, âlim ve sultanlar bu grubu hedefi olmuştur. Haşhaşinlerin terör faaliyetleri Selçukluların merkezi otoritesini sarsmış ve kısa bir süre sonra da yıkılmasına neden olmuştur. Bu hareketin insan gücünü Elburuz dağlarında yaşayan cahil insanlar oluşturmuşlardır. Hasan Sabbah, fedaîlerine haşhaş içirerek ve onlara cennet vaadinde bulunarak kandırıyordu.
Fedâîler, Bâtınilere karşı çıkanları ya öldürerek ya da tehdit yoluyla susturmuşlardır. Bunlar arasında Fahreddîn er-Râzî ve Selçuk sultanı Sancar da vardır. Fahreddîn er-Râzî Rey’de verdiği derslerde Bâtıniliğin görüşlerini eleştiriyordu. Durumdan haberdar olan Bâtıniler, bir fedâîyi şeyhin ders halkasına öğrenci olarak göndermişlerdir. Fedâî hocanın takdiri ve güvenini kazandıktan sonra bir gün hocayla başbaşa ders yaparken belinde çıkardığı hançeri çıkarıp hocanın gırtlağına dayamıştır. Sonra ona eğer kendilerini eleştirmeye devam ederse bir daha ki sefere öldüreceklerini söylemiştir. O günden sonra Fahreddin Razi Bâtıniler hakkında konuşmuyor.
Sultan Sancar ise Bâtınilere karşı mücadeleye girişmiştir. Bâtıniler ise onu bundan vazgeçirmek için saraydan bir cariyeyi kendi taraflarına çekmişler ve bu cariye sultanın başucuna hançer saplamışlar bir de not bırakmıştır. Notta eğer kendileriyle mücadeleye devam ederler ise sultanı öldürecekleri yazılıydı.
Bâtıniler, Selçuk sultanların taht kavgalarından faydalanarak hâkimiyet alanları genişletmiş ve şiddetin dozu artırmışlardır. Selçuklu sultanları, Bâtıniler ile mücadelenin en iyi yöntemi eğitim olduğunu anlamışlar ve devletin her tarafına medreseler açarak onlarla fikri mücadeleye başlamışlardır.
İRAN  İSLAM DEVRİMİ
Şahın hayata geçirdiği en Önemli uygulama 15 Ocak 1962 tarihli toprak reformudur. Aslında toprak reformu, Ocak 1963 tarihli referandumla kabul edilmiş olan ve içinde kadın haklarının iyileştirilmesi, okuma yazma seferberliği gibi radikal reformlar da bulunan şahın altı maddelik programının bir parçasıdır. "Ak Devrim" olarak bilinen bu programla şahın gerçek hedefi, kendisiyle halk arasındaki iletişimi engellediğine inandığı aşiret, ulemâyı ortadan kaldırmaktı. Şahın bu niyetini anlayan ulemâ ve Cephe-i Millî Ak Devrim'e karşı çıktı. Eylül 1963'te seçimlere gidildi. Cephe-i Millî'nin boykot ettiği seçimlerde yeni kurulmuş olan ve şahın programını destekleyen Millî Birlik Partisi mecliste çoğunluğu elde etti.
Bu arada şahla ulemâ arasındaki çekişme 1963yılında doruğa ulaştı. Toprak reformu konusunda referanduma gidilmesinin teklif edilmesi ve Kum şehrinde ulemânın faaliyetlerinin polis tarafından engellenmesi üzerine Âyetullah Humeynî liderliğinde mitingler yapıldı. Tutuklanarak ölüm cezasına çarptırılan Âyetullah Humeynî, Âyetullah Şerîatmedârî'nin girişimiyle ölümden kurtularak önce Türkiye'ye, sonra da Irak'a sürgüne gönderildi. öte yandan Ak Devrim'le sosyal ve eko­nomik kalkınmanın gerçekleşeceğini dü­şünen şah tam aksi bir sonuçla karşılaştı. Sermaye ve teknik donanımdan yoksun çiftçi, toprak reformu ile elde ettiği toprağını tefecilere ve eski toprak sahiplerine kaptırdı. Bunun sonucunda şehirlere göç eden milyonlarca insan buralarda işsizler ordusu meydana getirdi. Petrol gelirlerinin halka yansımaması, aşırı silâhlanma, yüksek enflasyon ve en ufak muhalefetin İran Gizli Servisi tarafından sert bir tavırla bastırılması, hayat standartları iyice düşmüş olan halkın şaha karşı olan nefretini giderek arttırdı.
Gaip imamın dönüşünü beklemektense ulemânın aktif biçimde siyasete katılmasını savunan Mehdî Bâzergân'ın yanı sıra Şîa'yı bir protesto hareketi olarak telakki eden Ali Şerîatinin görüşleri de kitleler üzerinde tesirli oluyordu. Öte yandan sürgünde bulunduğu Irak'taki faaliyetleriyle Âyetullah Humeynî de İran'daki gelişmeler üzerinde son derece etkiliydi. Humeynî, Necef'te 1969 yılında yayımlanan Hükûmet-i İslâmî yâ Velâyet-i Fakih adlı kitabıyla
İslâm tarihinde yepyeni bir tez savunuyordu. Buna göre monarşi gayri İslâmî bir kurumdu. Monarşinin yerine yönetimi fukahanın elinde olan İslâmî bir hükümet kurulmalıydı.
Şahın ülkeden ayrılmasından sonra Âyetullah Humeynî Fransa'dan İran'a geri döndü. Paris'te iken İslâm Devrimi Konseyi'ni kuran Humeynî'ye önceleri direnen Bahtiyar, şiddet olaylarının patlak vermesi ve ordunun desteğini kaybetmesi üzerine 11 Şubat 1979'da istifa etti. Daha önce 6 Şubat’ta Humeynî tarafından geçici başbakan olarak tayin edilen Mehdî Bâzergân bir ay sonra hükümeti kurdu. Mart sonunda referandum yapıldı ve 1 Nisan tarihinde İslâm Cumhuriyeti İlân edildi. devlet yönetimini ulemânın uhdesine veren "velâyet-i fakih" teorisini anayasaya yerleştirmesiyle büyük bir değişikliğe gidilmiş oldu.
İran İslâm Cumhuriyeti'nin Batı ile ilişkileri daima gergin oldu. Özellikle Amerika'nın şahı ülkesine kabul etmesine tepki gösteren öğrencilerin 4 Kasım 1979 tarihinde Tahran'daki Amerikan elçiliğini basarak burada bulunanları 444 gün rehin tutmaları üzerine İran-Amerika ilişkileri oldukça gerginleşti. Âyetullah Humeynî'nin, 14 Şubat 1989'da The Satanic Verses (Şeytan Âyetleri) adlı kitabı sebebiyle İngiliz vatandaşı olan Hint kökenli Selman Rüşdi'nin öldürülmesine fetva vermesi İran'ın Batı ile ilişkilerini çıkmaza sokan ikinci önemli hadise oldu. Bu olaylar sonucunda Batı'nın ambargosu ile kar­şılaşan İran büyük ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. Son zamanlarda İran’nın nükleer silah geliştirmesi batı ile ilişkiler daha da gerginleşmiştir.
İran devrimi İslam aleminde büyük yankı uyandırmışlardır. Müslümanlara özgüven kazandırmıştır. Bu dönemden sonra dini terör yaygınlaşacaktır.
İran, bütün Şii devletlerde adet olduğu üzere dailer vasıtasıyla şii propagandası yapmıştır. Nüfusun çoğunluğu şii olan Irak bu durumdan rahatsız olmuş ve İran’a saldırmıştır. 
İran propaganda vasıtasıyla bereketli hilalde bir şii devleti kurma hayalindeydi. Şiilerin bulunduğu topraklarda  İran karşıtlığı gözlendi. Türkiye’de de İran sempatizanı terör örgütleri çıkmış; ama güvenlik güçleri tarafından hapse atılmışlardır.
Körfez  ülkelerine Ayetullahlar gönderildi. Böylece burada devrim ateşi yakıldı. Daha sonra Humeyni’nin vaazları Arapça’ya çevrildi. Tam bu sırada Bahreyn’den bir Ayetullah Bahreyn emirine ülkeyi bir İslam devletine dönüştürmesini söyledi. 1979’da İranlı hacılar hacda bildiriler yayınladılar ve gösteriler düzenlediler. Suudilerin 1913’ten beri işgal ettiği Ahsa’da şiiler Muharrem kutlamalarını ilk defa açıktan kutlamak istiyorlardı. Suudiler izin vermeyince bu bir gösteriye dönüştü.
İran’ın devrim ihracı öncelikli olarak şiilerin yoğun olduğu Körfez ülkelerini hedef almaktaydı. Suudiler en sonunda Ahsadaki şiileri kabul etmek zorunda kaldı.1980’de S. Arabistan’ın başını çektiği Körfez ülkelerini Körfez İşbirliği Konseyi kuruldu. Bu paktın amacı bölgede ağırlığı gittikçe İran’a karşı kuruldu. Körfez savaşında işe yarayacaktı.
ORTA ASYA’DA FUNDENMENTALİSTLER
SSCB’nin dağılmasıyla Orta Asya’da Vehhabilik ve Radikal İslamcı hareketler görülmeye başlanmıştır. Aslında 1970’lerden sonra din tüm dünyada yükselişe geçmiştir. Bundan dolayı olacaktır ki Sovyetlerin dağılmasından önce de köktenci İslam hareketler burada rekabet halindeydiler. Suudi Arabistan Orta Asya’daki ülkelerde camii inşa ederek ve buralara imam(dâî) göndererek halkın Sovyetlerden beri oluşan dini boşluğu doldurmaya çalışmışlardır
Suudi Arabistan’ın Orta Asya’daki ülkelerle ilişkileri “Basmacı Hareketler”in başarısızlığa uğramasıyla bu hareketin liderleri Suudi Arabistan’a kaçmışlardır. Bugün ise bu liderler Sovyetlerin dağılmasıyla ülkelerine dönmüşler ve burada Vehhabilik’in yayılmasında öncülük etmişlerdir. Bu ülkelerde İslam devleti kurma çabaları görülmüş bu da ülkelerde iç çatışmalara neden olmuştur. Ayrıca Vehhabilik’te var olan türbeleri yok etme faaliyetleri bölgede bulunan pek çok tarihi eserini yok edilmesine neden olmuştur. Özellikle de Özbek İslamcı militanların Budda heykellerini havaya uçurmaları dünyanın tepkisini çekmiştir.
İslam coğrafyasında gözlenen modernleşme girişimlerine karşı sert bir tutum içinde olduğunu saklamayan resmi din kurumu, buralardaki reaksiyoner fundamentalist hareketleri desteklemektedir. Nitekim çeşitli vesilelerle verdikleri demeçlerle terörist eylemleri öven, hatta intihar bombacılarını
birer kahraman olarak gösterme gayreti içerisine giren din adamlarının Suudi kraliyet ailesinin resmi memurları oldukları hatırlanırsa, küresel ölçekte görülen terörist köktenci hareketlerin arkasında Vahhabiliğin güçlü etkisinden söz edilebilir.

Kaldı ki Vahhabi-Suudi ittifakının, Vahhabiliği uluslararası düzeyde etkin kılma ve İslamcı hareketlere mali destek sağlama girişimleriyle terörist köktenci hareketleri cesaretlendirdikleri ve bunları kendi siyasal çıkarları yönünde harekete geçirdikleri de ifade edilmektedir. Nitekim Ferid Zekeriya'nın da Suudi Arabistan'ın dünyaya petrol ve dini fanatiklik olmak üzere iki tür mal ihraç ettiğinden söz etmesi, Vahhabiliğin, küresel terör tehdidinin bir ayağını oluşturduğu tezini güçlendirmektedir.
KABE BASKINI
1400 hicri yılının ilk günü Cuheyman el-Uteybi Kabe’ye baskın düzenlemiş ve Kabe’yi işgal etmiştir. Bu adam İran İslam devriminden cesaret alarak bu eylemi gerçekleştirmiştir. Bu grub  Suudilerden ABD ile ilişkilerini kesmesini, ABD ve müttefiklerine petrol ihracatını kesmesini söylemişlerdir. Uzun süre bu silahlı grub Kabe’yi ellerinde tutmuşlardır.  Tabii bu sırada Ahsalı Şiilerin Muharrem ayı etkinliklerine izin vermeyen Suudilere karşı isyan etmesi Suudileri zor durumda bırakmışlardır.
Zor durumda kalan Suudi hükümeti Kabe’yi Cuheyman’ın elinden kurtarmak için Fransa’dan anti-terör timi getirtilmiştir. Kısa bir süre sonra bu anti-terör timi bu silahlı çeteyi çökertmişlerdir. Görüldüğü üzere bu silahlı grup Suudilerin rejimini eleştirmekte ve Irandaki gibi bir Cumhuriyet istemekteydi. Toplum dejenere olmasına karşı çıkmakta ve toplumun İslami öze dönmesini istemekteydi.
Bu silahlı eylemin bir diğer özelliği de mesiyanik beklentisi vardı. Cuheyman’nın kayınbiraderi olan el-Kahtani’yi mehdi olarak  takdim edilmiş ve  ona biat edilmiştir.
SUUDİ SELEFİLER ve CİHADİ SELEFİLER ARASINDAKİ  İHTİLAF
Vehhabilik Muhammed b. Abdilvehhab görüşleri etrafında kurulmuş bir mezheptir. 1744’te Muhammed b. Abdilvehhab ile Muhammed b. Suud arasında bir ittifak kuruldu. Bun Der’iye ittifakı dendi. Muhammed b. Abdilvehhab çölde yağmacılık yapan kabileleri cihat  yapmak için etrafına topladı. Böylece  bu kabilelerde var olan yağmacılık ve talan cihat süsüyle meşrulaşıyordu. Vehhabiliğin nativistik(yerel) özellik taşımasından dolayı hariciliğe çok benzer. Onlarda hariciler gibi dışlamacıdır. Onları haricilerden ayıran özellik ise sahabe ve ondan gelen nesilleri altın çağ olarak görmeleri ve o döneme çabaları içerisine girmişleridir.   
Hadis merkezli bir İslam anlayışı benimsemişlerdir. 1939’da S. Arabistan’da petrolün bulunmasıyla mezhepteki katılık kırılmaya daha ılımlı bir hal almaya başlanmıştır. Batıdan teknoloji ve yenilikler her ülkeye girildiğinde sert tepkilerle karşılanmasına rağmen Suudiler  bazen güç kullanarak, bazen de ulemadan fetvalar alınarak bu tepkiler kırılmıştır. Bu durum İran İslam devrine kadar böyle devam etmiştir. İran devriminden sonra Cuheyman el-uteybi’nin  Kabe’yi işgal etmesi bu ayrışmayı artırdı. 1950’lilerden sonra Arap ülkelerinde  Baas Partisinin iktidara gelmesi v e bu partinin baskıcı politikaları yüzünden ülkelerinden kaçan birçok ulemaya kapılarını açtı. Bu ulemanın çoğunu Üniversitelerde istihdam etti. 
Bu da İslamcılık ile Selefiyeninin izdivacıyla sonuçlandı. Dolayısıyla Cihadi Selefiye ön plana çıktı. 1980’lerde Afganistan'ın  işgal edilmesiyle buraya  Usame b. Ladin komutanlığında bir grup mücahit oraya cihada gitti. Orada el-Kaide’yi kurdular. 10 yıllık bir mücadeleden sonra Ruslar Afganistan’dan çıkarıldı. Daha sonra ülke iç savaşlarla sarsıldı. 1998’de el-Kaide’nin desteklediği Taliban Afganistan’ın yönetimini ele geçirdi. Suudi Arabistan ve birkaç Körfez ülkesi Taliban’ı tanıdı. Daha sonra Saddam’ın Kuveyt’i ilhak etmesiyle daha önce değindiğimiz pakta dayanarak Suudi Arabistan hava sahasını Batılı ülkelere açtılar. Bu durum Selman el-Avde gibi ulemanın tepkisini çekti. Ona göre İran’ın bölgede güçlenmemesi için Saddam desteklenmeliydi.
Suudileri çok sert bir şekilde eleştirdi. Batılı ülkelerin İslam toprağı olan Suudi Arabistan’da üs kurmaları ulema bunu işgal olarak algıladı. Suudileri eleştiren fetvalar yayınlandı. Tabii bu durum el-Kaide’nin komutanı Usame’nin gözünde kaçmadı. Amerika’ya ve Suudi Arabistan’a savaş açtı. Daha sonra Usame,  Suudi rejiminin artık gayrı meşru olduğunu bildiriyordu. 11 Eylül saldırılarından sonra televizyon programına katılan bu görüşteki alimleri el-Kaide’yi açıkça eleştiriyordu. Halbuki bu adamlar Filistin'deki intihar saldırılarının sivilleri hedef almasını onaylıyorlardı. Buna şöyle bir kılıf bulmuşlardı. Madem bu ülkeler demokratik o halde yönetimi seçen halkta yönetimin işlediği suçlara ortaktır.     
TALİBAN
Diğer dini terör örgütlerinin aksine Taliban Ashabu’r-Rey’dendir. Ama faaliyetleri bakımından Ashabu’r-Rey’den daha çok Selefi ve haricilere benzemektedir. Zahirci  tavırları aklı ön planda tutan bir ekolden çıkmaları oldukça şaşırtıcıdır. Selefilerin asara olan bağlılığını, Taliban Hanefi dini metinlere karşı göstermektedir.
Taliban “Öğrenciler” anlamına gelen  Arapça ve Farsça türetilmiş isimdir. Bunlar medresede klasik Hanefi metinleri okuyan öğrencilerdir. Çoğu medrese Nakşibendi tarikatına bağlıdır.  Taliban, ülkelerini işgal eden Sovyet Ordusuna karşı direnmiş onları geri püskürtmüşlerdir. Savaştan sonra ülke iç savaşa girdi.
Taliban ilk faaliyeti 1994’te, işgalde savaşan mücahitlere karşı olmuştur. Bir mücahit komutanın Kandahar’da 2 kız öğrenciyi kaçırması ve kızların aileleri medrese hocalarına başvurdu. Hoca etrafına topladığı 14-15 silahlı öğrenciyle komutanın karargahını bastı ve kızları geri aldı. Bu Taliban’ın ilk silahlı eylemidir. Bu olaydan iki yıl sonra Başkent Kabil’i ele geçiren militanlar Taliban rejimini kurdular. Bu rejim ABD’nin Afganistan’ı işgaliyle son buldu.  Bu insanlar savaşta çok zor şartlar altında mücadele etmek zorunda kaldıkları için sert mizaçlıdırlar. Hint alt kıtasında olduğu gibi hemen hemen hepsi hanefidir. Bunlar 1860 yılında İngliz sömürgeciliğine karşı çıkmak için kurulan diyobendi ekolüne mesuptur. Bu ekolün en önemli özelliği bidatlere karşı çıkmasıydı. Ehl-i bidat kabul ettikleri Şiileri öldürmüşlerdir. Taliban dışlamacı bir tutum içerisindedir. Bunlar Hanefi metinlerini kutsallaştırmışlardır. Sorgulayıcı değil ezberleyici ve taklitçi zihniyeti sahip olmaları onları böyle katı bir duruma sokmuştur. Tabii S. Arabistan faktörünü unutmamak gerekir.
İHVAN-I  MÜSLİMİN
Yenilikçiler hareketinin en muhafazakar (fondamentaliste) şeklidir. Örgüt, İsmailiye'li  hoca Şeyh Hasan el-Benna tarafından sömürgecilire ve müslümanların pısırıklığına karşı bir hareket olarak kurulmuştur. Temeli, uzlaşmaz, katı (intransigeant) manasıyla yorumlanabilen bir ayete dayanır. Askeri, kültürel ve politik anlamda bir kutsal savaş (cihad) üzerinde durur.
Önceleri tamamen halka yönelik bir yol izleyen örgütün 1948' lerde tahminen bir milyon civannda üyesi vardı. Örgüt, yarı askeri bir eğitim anlayışına sahipti. Saldırılarında, yalnız Filistin Yahudileri'ni değil, Mısır yetkililerini de hedef alıyordu. Nitekim biri 1949' da, diğeri 1954' te olmak üzere iki kere öldürmeye teşebbüs ettikleri Nasır tarafından komplolan ortaya çıkanrılan örgüt bu örgüttü. Eylemleri Mısır dışına da yayıldı, Proğramları, İslami teşkilatlar tarafından hüsnü kabül gördü. 1971' den itibaren daha bir hoşgörü ile karşılanan Müslüman Kardeşler, faaliyetlerini diğer ülkelere de yayıp yeniden sahneye çıkmışlar, bilhassa genç kesim üzerinde etkili olmuşlardır.

Mehmet Sait TANK

OKÜLTİZM - İSLAMA GÖRE SİHİR BÜYÜ VE FALCILIK

         Terimin etimolojik kökeni

Terim Latince'de "gizlemek, saklamak" anlamına gelen "occulere" sözcüğünden gelen, “gizli, saklı” anlamındaki occultus sözcüğünden türetilmiş olup, “gizli ve saklı olanın bilgisi” anlamına gelir. Buradaki “gizli ve saklı olan” ifadesi hem görünmeyen aleme, hem doğaüstü denilen fenomenlere ilişkindir. Okült sözcüğü okültizm adının sıfatı olup günümüzde "okültizm ile ilgili" anlamında kullanılır.

Okültizm Nedir?

Okültizm, geçmiş çağlarda doğa, evren, tesirler, insan ve evren ilişkileri ve gelecek hakkında gerek medyumnik yollarla gerekse aktarılagelen ezoterik tradisyonlar yoluyla edinilmiş derin bilgiler bütünü olarak tanımlanır.
Ökültizm, gelecekle de oldukça yakından ilgilenir. Bu tarz bilgileri medyumluk yöntemleriyle elde etmeye çalışanlara ise “ökültist” denir. Ökültistler geçmiş çağlarda gelecekte olacak olayları önceden bilmek için çeşitli metafiziksel yöntemler geliştirmeye çalışmış ve evrenin işleyiş biçimine dair bilgiler edinerek gerçekleşecek olayları tahmin etmeye çalışmıştır. Doğaüstü fenomenlerle ilgilendiği için insanların daha da ilgisini çeken ökültizm, kehanetleri ile ilgili filmler yapılan ve hakkında kitaplar yazılan bir alandır.

Kapsamı

   Gizlibilimler de denilen okültizmin kapsadığı alanlar arasında maji, simya, astroloji, nümeroloji, sembolizm, teürji, psişürji  kahinlik veya falcılık türleri sayılabilir. Kimileri terimi yalnızca Avrupa okültizmi ile sınırlarsa da, kimi yazarlar diğer kıtalardaki okült çalışmaları da bu terimin kapsamında değerlendirirler. Nitekim gerek Avrupa gerekse doğu toplumlarındaki bir takım efsaneler, mitler,mistik düşüncelerin bir çoğu ökültizmin içindedir.
Ökültizm tanımlar büyük çoğunlukla konunun geçmiş çağlarla ilgili olduğunu söylese de, yukarıda belirtilen çalışma alanlarının hepsi hala insanoğlunun bir parçasıdır. Medyum olduğunu iddia edenlerden her köşe başındaki kafelerde fal bakanlara, astroloji adı altında karakter tahlili yapanlarda yaşanmamış bir yılın nasıl geçeceğine dair yorumda bulunanlara(ömer çel akıl) birçok metafizik bağlantılı yorum yapan ökültist günümüzde de bulunmaktadır. Avrupa’da ortaya çıkan geçmiş bir öğreti gibi görünen ökültizm, aslında çehre değiştirerek günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Ancak tek fark, geçmişte bu işi gizli kapılar ardında yapan birkaç isim varken günümüzde ökültizm ile ilgilendiğini iddia eden birçok insanın ortalarda olmasıdır.

İSLAMA GÖRE SİHİR BÜYÜ VE FALCILIK

  Arapçadaki shr fiilinden türemiş olan sihir kelimesi dönmek,çevirmek,geri yüklemek,aldatmak,kandırmak,hile yapmak ve havale etmek gibi değişik anlamlara gelmektedir
Taberiye göre sihir kelimesini herhangi bir şeyin bir kimsenin gözüne ve o şeyin hakikatine zıt bir biçimde görünmesi olarak tanımlamıştır Razi ise    Sebebi ve illeti gizli kalan  hakikatinin dışında görünen her şeydir.demiştir. Tabatabai ise sihri gerçekliği olmayan şeyleri ortaya koyup göstererek insanların  duygularını etkileme sanatı olarak tanımlamıştır.
Sihir kelimesi terim olarak insana yönelik tabiat üstü yada doğa üstü gizli güçlerin yardımı ve aracılığıyla belli bir maksadı gerçekleştirmek ve belli bir gayeye ulaşmak için uygulanan ve etkili olduğu kabul edilen eylem, birşeyin veya olayın gerçek hüviyetinden uzak olarak başka bir halinin gösterilmesidir.
  Bu kavramsal ve anlamsal çözümlemelere göre sihir islam dininin kesin olarak yasaklayıp reddettiği bir inanç ve anlayış olup tabiat kuvvetleri aracılığıyla insanlara belli bir takım etkilerin yapıldığı ilkel bir kuram ve olgu anlamına gelmektedir. Hiç kuşkusuz Allah ve Tevhid inancının insanların hayatından uzak kaldığı dönemlerde insanlar kendilerini tatmin eden bazı inanç ve kavramlara bağlanmışlardır.Örneğin(müşriklerin fal oklarını çekerek putlardan gelecek hakkında yardım istemeleri.özelliklede ilkel kabile dinlerinde büyü çok yaygındır.) Zira bu tür inanç ve kuramlara göre din; evrim yoluyla çeşitli saha ve aşamalardan geçmiştir. Hatta bu düşünce sisteminde ilkel dinlerin kaynağını sihrin oluşturduğu ve sihirbazın bir nevi din koyucu konumunda olduğu iddaa edilmiştir. Özellikle de animizm, naturalizm ve totamizm inancının yaygın olduğu toplumlarda insanları etki altına almak, yönlendirmek ve onlara hükmetmek için çeşitli göz boyama yada yanıltmaca yollarıyla icra edilen sihir iran, çin,mezopotamya,arabistan,mısır,hindistan ve bu bölgelere yakın coğrafyalarda kendisine sıkça rastlanan meslek haline gelmiştir. Öyle anlaşılıyor ki dini düşünce ve anlayış noktasında Allah inancı ve Tevhid doktrini geri bırakılmak ve üstü örtülmek suretiyle bu işten nemalanmak ve beslenmek isteyen sihirbazlara bir anlamda ilgi ve rağbet attırılmak istenmiştir. Çünkü sihirde esrarengiz bir şekilde hakkı-batıl, batılı-hakk hakikatı-hayal, hayali-hakikat şeklinde göstermek vardır.
Büyü ise genel olarak sırlı gizil ve örtük yöntemler kullanmak suretiyle insan üstü hatta doğa üstü varlık ve güçlerden beslendiğini yada onlardan destek aldığını ileri süren kimselerin benimsemiş olduğu teknik bazı uygulamaları veya düşünceleri kapsamaktadır. Yani insanları ve diğer canlıları etkisi altına alan onları etkileyen ve yönlendiren her şey büyüdür. Buna göre insanı etkisi altına alan kehanet, göz boyama,falcılık,cincilik ve illizyon gibi diğer unsurlarda büyü kapsamına girmektedir.
BÜYÜ
Sihir, bedenlere ve gönüllere tesir eden, insanı hasta yapan, hatta öldüren, karı ile kocanın arasını açan vb kötülüklere yol açan bazı olumsuz uygulamalardır. Bunun Türkçe karşılığı "büyü" dür.  Büyü vardır, yani tesir edebilir. Ancak haramdır. İslam büyü ve büyücülüğü yasaklamıştır. Büyü öğrenenler hakkında Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur:  "Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı" (Bakara Suresi 102)  Allah Resulü, aralarında şirkin de bulunduğu yedi büyük günah arasında büyü yapmayı da saymıştır. Büyünün islami hükmü şöyle verilmiştir: Eğer yapılan büyüde imanın şartlarından birini inkar etmek varsa o büyü küfrü gerektirir. Yoksa gerektirmez. Mesela birisi, büyücülerin herşeyi yapabileceğine inanırsa, Allah'a şirk koştuğundan kafir olur. Eğer ölüm veya hasta yapma veya karı-koca arasını açma yaparsa fasık olur. Bazı müçtehidlere göre her ikisi de öldürülür.  Kur'an-ı Kerim ve peygamberimizin hadislerinden bazı şeyler okuyarak yapılmış büyüleri bozmak caizdir. Allah Resulüne yapılan büyü Felak ve Nas sureleri okunarak bozulmuştur.
Bazı büyüler göz boyamaktan ibarettir, hokkabazlıktır. Bunların gerçek bir yanı yoktur. Bazı büyüler ise insanı gerçekten etkiler. Bu ikinci tip büyü ile meşgul olan büyücülerin yaptıkları zındıklıktır. Bunun için mutlaka dünyada cezalandırılmaları gerekir.  Kur'an-ı Kerim, bize büyücülerin şerinden Allah'a sığınmamızı öğretmiş ve bu konuda şöyle buyurmuştur: Düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden Allah'a sığınırım de" (Felak Suresi )
1584'te Anvers'te yayınlanan Gespar Peucer'in Falcılar (Les Devins) adlı kitapta büyücülük şu şekilde tanımlanır."Büyücülük, şeytanı tanımaya yarayan bir sanattır. Büyücü tarafından çağrılan şeytan ve yardımcıları kendilerini gösterirler veya kendilerini göstermeyip de talep edilen şeyi yerine getirirler." 
  Büyüyü şöyle de tarif etmek mümkündür. Herhangi bir çıkar uğruna başkasına zarar vermeye yönelik meşru olmayan yollarla bir takım gizli kuvvetleri yönlendirerek yapılan ve gerçeğe uymayan gözbağcılık, düzenbazlık, oyunculuk şeklindeki işler. Gözbağcılık, düzenbazlık gibi oyunlarla insanları aldatan kişiye büyücü, bu kişilerin yaptığı işe büyü, bu işin meslek haline getirilmesine de büyücülük denir. Büyücülük, İslâm'dan önce Araplar'da, Rumlar'da, Hintliler'de, Mısırlılar'da yaygın idi. Özellikle Hz. Musa zamanında büyücülük itibarlı bir meslek idi. Hz. Süleyman zamanında da yaygındı.
 Müslümanlardan bazıları büyüde Yahudilerden, Suriyeliler'den, İranlılar'dan, Keldânîler'den ve Yunanlılar'dan ders almışlardır. Tütsü, tılsım, muska, fala bakmak vs. hep oralardan gelmiştir. Müslümanlar cinlere inandıkları için bu inanç sihre inanmaya da yolaçabiliyordu. Rasûlullah (s.a.s.) "isabet-i ayn"a, yılan sokması ve genellikle hastalıklara karşı duayı caiz görmüştür. Fakat büyü ile Hz. Peygamber'in (s.a.s.) duası arasında hiçbir ilişki yoktur. Bir takım fal kitapları vardır ki kelime ve harflerin suretiyle geleceği bilmeye çalışırlar.ama gaybı yalnız ALLAH BİLİR.
Büyü ve büyücülük İslâm'da yasaklanmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de büyücülerin iflah olmayacağı (Tâhâ, 20/69) belirtilmiştir. Kâfirler, kendilerini haklı çıkarabilmek, Allah'ın elçilerini yalanlamak için onları büyücülükle, büyü yapmakla suçlamışlardır. Büyücülükle suçlananlar arasında Hz. İsa (es-Sâf, 61/6); Hz. Musa (ez-Zuhruf, 43/49); (ez-Zâriyat, 51/39), Hz. Süleyman (el-Bakara, 2/102), Hz. Muhammed (el-Hicr, 15/6) zikredilmektedir.

FAL

 Yaygın olan hurafelerden biri de fala bakmak, “fal açmak” adetidir. Fal hurafesi ile okumuşu da cahili de meşgul olmaktadır.  Bazı insanlar da: “Fala inanmıyoruz ama eğlence olsun diye açtırıyoruz” diyorlar. Bu düşünce doğru değildir. İslam Dinine göre hangi şekilde olursa olsun, fal baktırmak ve falcının söylediklerine inanmak yasaktır. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: “Ey inananlar! şarap, kumar, putlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki felaha erişesiniz.”  Konuyla ilgili olarak Allah Elçisi Peygamberimiz (s.a.v)'de şöyle söylemiştir: “Kuşun ötmesini, uçmasını uğursuzluk kabul etmek, ufak taşlar (nohut, bakla, fasulye, iskanbil kağıdı, kahve telvesi vs.) ile fal açmak, kum üzerine hatlar çizmek, bunlardan geleceğe dair hükümler çıkarmak sihir ve kehanet çeşidindendir.”
Bu ilâhî emirlerden açıkça anlaşılıyor ki, fal yasak bir davranış olup haram kılınmıştır. Haram olan her davranışın şakası helal olmaz. Bu bakımdan eğlence için dahi olsa, falcıların dediklerine ve fala inanmak câiz değildir. Falcılar bir takım şekil ve sembollere dayanarak geleceği gördüklerini ve gaybı bildiklerini iddia ederler. Bu iddialar yalandır. Söylediklerinden binde biri rast gelse dahi bu onların gaybı bildiklerine delil olamaz. Çünkü gaybı Allah'tan başka kimse bilemez.
İnsan ancak Allah'ın yarattıkları üzerinde akıl yürütür ve ilmi öğrenmeye çalışır. En akıllı ve en mükemmel varlık insan olmasına rağmen, insanın bilgisi ve enerjisi sınırlıdır. Beşerî ve tabii kanunlar arasında sebep-sonuç ilişkisi kurarak birtakım olayları keşfedebilir, bilgiyi öğrenir, yeni yeni kanunlar isbat edebilir. Ama bu bilme ve tanıma gücü bir noktaya kadardır. O noktadan ötesi insan için meçhuldür, gayb âlemidir. Gaybın sırları ve tasarrufu ise Allah'ın ilmine ve iradesine tabidir. Bu nedenlerle Allah'ın bildirmediği bir şeyi ben biliyorum demek, hem ilâhî tâlimata hem de insanlık vasıflarına aykırıdır. Bu itibarla yukarıda söylediğimiz gibi, falcıların söylediklerinden birkaç tanesi rast gelse bile, bu onların gaybı bildiklerini ifade etmez.
         Gaybı Allah'tan başka kimse bilemez. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de; “Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur” buyrulmaktadır. Rasulullah (s.a.v) Efendimiz de; “Kahin ve falcıya (yani gaibten haber verdiğini iddia eden kişiye) inanan kimsenin 40 gün namazı kabul olmaz”, “Ona inanan kişi, bana indirileni (kitab ve vahyi) inkar etmiş olur” buyurmuştur. Bu itibarla yıldızname ve benzeri fal kitaplarına itibar edilmesi ve bu tür şeylere inanılması câiz değildir. İnsanların maddi ve manevi ilerlemesine engel olan bu tür inançlar, ilk çağ müşrik toplumlarından zamanımıza intikal etmiştir. Ne kadar garip ki modern dünyamızın modern toplumlarında hala bu tür safsatalara inananlar, gönül bağlayanlar pek çoktur. Mesela böyle hayal üzerine yazılmış bir kitapta şöyle denilmektedir: “Dahi 1231kere “Ya Muğnî” deye seccadesi altında akçe (yani para) bula. Kimseye demeye batıl olur.”  Ne saçmalık!.. Hiç oturduğun yerden “Ya Muğnî” çekmekle seccadenin altı parayla dolar mı?.. Öyle olsaydı milyarlarca insan gecesini gündüzüne katarak geçim derdi peşinde koşar mıydı?..
 İşte böyle yanlış ve batıl telkinlerdir ki, asırlardır şark memleketlerini fakr-u zaruret içerisinde kıvrandırmaktadır. Bu kolaydan ve havadan para kazanma isteği tamamen tembellerin, miskinlerin falcı ve kâhinlerin uydurdukları yalanlardır. Ama bu hurafelere de en çok kanan bizim halkımızdır. Oysa mensup olduğumuz İslam Dini, kesinlikle tembellikten, miskinlikten yana değildir. Ama buna rağmen hurafelere de en çok bizim dindaşlarımız inandırılmaktadır. Bu, bizim halkımızı iyi eğitemediğimizi, gerçek İslam düşüncesini iyi öğretemediğimizi gösterir. Burada suçlu İslam değil, İslam'ı iyi anlamayan ve anlatamayanlardır. Çünkü İslam, daima çalışma, araştırma, okuma ve düşünmeyi teşvik etmektedir. Kur'an-ı Kerim'de okuma, araştırma ve çalışma ile ilgili yüzlerce ayet-i kerime vardır. İslam Dinine göre meşru yoldan kazanç temini için çalışmak ibadet hükmündedir. Bu nedenle tembellik ve havadan para kazanma yolları İslam'da reddedilmiştir. Hele eli kolu bağlı oturup da: “Kaderimde ne varsa o çıkar” düşüncesi hiç bir şekilde kabul edilemez. Çünkü kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İnsan ancak çalıştığına erişir. Onun çalışması şüphesiz görülecektir. Sonra ona karşılığı noksansız verilecektir”, “Namaz bitince yeryüzüne yayılın; Allah'ın lütfundan rızk isteyin.”  Bu zikretmiş olduğumuz ayetler, kişinin ve toplumun mutluluğu için çalışmanın ve araştırmanın önemine dikkatlerimizi çekmekte ve çalışmanın Allah emri olduğunu ifade etmektedir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) de, her vesile ile çalışmayı önermiş, tembelliği kişinin yüzkarası olarak nitelemiştir.  7 Necm, 53/39-41. 8 Cuma, 62/10.
  Birçok maddi zararının yanında itikadi ve ahlaki zararı olduğundan dolayı bütün semavi dinler ve beşeri hukuklar sihir ve sihirbazlarla mücadele etmiştir. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da yasaklama ve cezai müeyyideler istenilen neticeyi vermemiştir.
Günümüzde bütün toplumlarda ve her kesimde bu işlerle uğraşanlar vardır. Hem dinlerin hem de pozitif bilimlerin reddettiği, her yönüyle zararlı olan sihir ve büyü konusundan uzak durmak fert ve toplum yararınadır.
Günümüzde herkesimden insanlar çok farklı amaçlarla büyücülere müracaat etmektedir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: Çocuğu olmayanlar, Akli meleke ve fiziki fonksiyonlarında bozukluk olanlar, ailevi problemi olanlar, mesleki kariyerinde yükselmek isteyenler, geleceği ile ilgili bilgi elde etmek isteyenler, kendini, ailesini, malını korumak isteyenler, bir nevi ak büyü denilen işlemleri yaptırmak için bu kimselere başvururlar. Bunun yanında kötü amaçla yapılan ve yaptırılan kara büyülerde yaygındır. Bunlar; karı-koca veya başka kimselerin arasını açmak, insanının bazı kabiliyetlerini, dilini, bahtını, cinsi gücünü, idrarını bağlamak, sakatlamak, uyutmamak, malına canına hayvanına zarar vermek, kız kaçırmak gibi maksatlarla yapılanlardır.

Ruh Çağırma Falcılık Sihir Ve Büyü Gibi Batıl İnançların Toplum Üzerindeki Olumsuz Etkileri

İnsanoğlu var oluşundan itibaren gaybe ve olağan üstü hadiselere merak duymuştur. Bu merakı giderecek yeterli bilgiyi ilahi dinler her zaman vermişse de, özellikle dinî bilgiden yoksun kimselerin merakı tam olarak ortadan kalkmamıştır. Bu merakını gidermek için de çeşitli vesilelere başvurmuş, çeşitli yöntemler kullanmıştır. Konu gaybi ve tabiattaki kanunların işleyişinin dışında olunca da, kullanılan yöntemler somut gerekçeler ve sebepler olmamış, fizikötesi, gizemli, hayali işlemlerle hedefe ulaşılmaya çalışılmıştır. Bazı insanlar bu yönde belli bir meleke sahibi olmuş, bu işi meslek haline getirmiş ve insanları olağan dışı işlerle etkilemeye çalışmışlardır.
Belirtilen bu faaliyetlerin başında ise sihir ve büyü gelmektedir. Tarihin her döneminde, her toplumda kendilerine has sihirsel faaliyetler hep olmuştur. İnsanlar sihri iyi ve kötü yönde kullanmışlar, sihirbazlarda gördükleri bir nevi olağanüstü kabiliyet sebebiyle de hemen her problemlerinde sihirbazlara müracaat etmişlerdir. İşi fırsat bilen kötü niyetler kimseler hem bu işi bir çıkar sağlama yöntemi haline getirmiş hem de yalan yanlış ve zararlı faaliyetlere girişmekle de insanlara daima zarar verir olmuşlardır
 Günümüzde bu konuda halkımızın temiz inançlarını istismar eden bir çok büyücü, falcı, cinci, kâhin gibi kimseler çıkmaktadır. Bunları bir tarafa bırakmak ve Fatiha sûresinde de belirttiğimiz gibi yalnızca Allah’tan yardım istemek gerekir. Yine günümüzdeki burçların, çay ve kahve fallarının da şeytan işi pislikler olduğu unutulmamalıdır. İslamiyet’e göre gaybı (geleceği) Allah’tan başkasının bilmesi söz konusu değildir. Bu konuda Kur’anı Kerim’in Neml sûresinin 65. ayetinde şöyle buyurulmaktadır: “De ki: “Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilemezler, ancak Allah bilir. Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerinin de farkında değildirler.” Bu nedenle dinimiz falcılığı haram kılmıştır.
  Falcılık yapan kişiler, gelecekten haber veriyoruz, diyerek insanları aldatmaktadır. İnsanların zamanlarını ve paralarını almaktadırlar. Kişilerin duygularını istismar ederek haksız kazanç elde etmektedirler. Bundan dolayı dinimiz falcılık, kâhinlik gibi işlerle uğraşılmasını ve bu tür insanlara gidip onların söylediklerine inanılmasını yasaklamıştır. Akıllı, bilgili ve kül­türlü insanlar falcıların söylediklerine kanmamalı, faldan ve falcılıktan uzak durmalıdırlar. Fal vb. batıl inançlarla uğraşmanın yanlış bir davranış olduğunu bilmeli, bu gibi uğraşlarla boşa zaman harcamamalıdırlar.
Yine Falcılık ve büyücülük İslamiyet’in ilk düşmanlarındandır. Fal insanın işini tamamıyla şansa bırakmasına dolayısıyla da tembelliğe itmektedir. Ayrıca fal, falda söylenenlerin tesirinde kalınarak gelecekteki davranışlarımızın da olumsuz etkilenmesine neden olmaktadır. Büyüde insanlara zarar vermek, onların hayatlarına haksız yere müdahale etmek gibi nedenlerden dolayı büyük günahlardan biridir. Bu yüzden de Kur’an-ı Kerim’de (Nas sûresinde) büyücülerin ve kıskançlıkların şerrinden Allah’a sığınılmaktadır. Sihir daha ziyade el çabukluğuna, illizyona dayanan, cinlerden de yararlanılabilen bir teknikten başka bir şey değildir. İnsanları kandırmak hoş bir şey değildir. Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar. Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar. Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır. Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır. Mehmet Âkif ERSOY
Uğurlu veya uğursuz saymak: İslâm’a göre her şey Allah’ın takdiri iledir. Bu bakımdan Kaza ve kadere iman, imanın esaslarındandır. Kainattaki hiçbir şey tesadüf veya şans sonucu oluşmaz. Her şeyi idare eden, var eden yüce Allah’tır. Cahiliyye devrinde müşrikler, putların kendilerine yardımlarının dokunduklarına inanarak onları şans getirmesi, kendilerine yardım etmeleri için yanlarına alırlardı. Bu inanç Allah’a ortak koşma (şirk) olarak adlandırılmıştır. Günümüzde de bir şeyi uğurlu veya uğursuz saymak bu inancın devamı olarak düşünülebilir. Unutmayalım ki şirk tevbe edilmediği sürece affedilmeyen günahlardandır. Hurafe: Aslı olmayan yanlış inanışlara hurafe denir. Hurafelere örnek: Dilek ağacı, baykuş hangi evin damında öterse o evden bir kimsenin öleceği, iki bayram arasında nikah kıyılmayacağı, ekmek kesmenin ömrü kısaltacağı, türbelere çaput bağlayarak dilek tutmak, gece tırnak kesilirse ömür kısalır, ev süpürülürken birine dokunursa uyuz olur. Bütün bunlar aslı astarı olmayan
Hadislerde sihir ve büyü
Ebu Hüreyre  Resulullah (sav) buyurdular ki: "Kim (sihir maksadıyla) bir düğüm vurur sonra da onu üflerse sihir yapmış olur. Kim sihir yaparsa sirke düşer. Kim birşey asarsa, o astığı şeye havale edilir."  Kaynak: Nesai, Tahrim 19, (7, 112)
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Yedi helâk ediciden kaçının!"  Denildi ki:  "Ey Allahın Resûlü, onlar nedir?"  Şöyle buyurdu:  "Allaha ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, zina etmek, cihad günü cepheden kaçmak, namuslu hanımlara iftira atmak."
Buhârî.
 Peygamberimiz büyücülüğü çok büyük günah olarak görmüştür. Çünkü insanın iradesi ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Allah insanın iradesini kendisi bile ortadan kaldırmadığına göre bu hürriyeti başka varlıkların ortadan kaldırmasına müsaade etmez. Zira bu durumda burası imtihan yeri olmaktan çıkar. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa (a.s.)’nın büyücülerle karşılaşması, Harut ve Marut adlı meleklerin insanları sihirle imtihan etmek üzere gönderilmesi anlatılmaktadır
Safiyye Bintu Ebî Ubeyd, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevce-i pâklerinden naklen anlatıyor: "Resülulah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: "Kim bir arrâfa (kâhine) gelir, birşeyler sorar ve söylediklerine de (inanıp) onu tasdik ederse, kırk gün namazı kabul edilmez."  Müslim, Selâm 125, (2230).

KURAN’I KERİMDE SİHİR VE BÜYÜ 60 YERDE GEÇMEKTEDİR.BAZI AYETLER.

Allah şöyle diyecektir: "Ey Meryemoğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi hatırla! Hani seni Rûhu'l-Kudüs (Cebrâil) ile desteklemiştim. Beşikteyken ve kemâle ermişken insanlarla konuşuyordun. Sana yazıyı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. İznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapmış ve ona üflemiştin, o da iznimle kuş olmuştu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştirmiştin. Ölüleri iznimle (hayata) çıkarmıştın. İsrailoğulları'na âyetlerle geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin: "Bu ancak apaçık bir sihirdir" dedikleri zaman seni, onlardan korumuştum
Musa dedi ki: "Hayır, siz atın." Bir de ne görsün! Onların ipleri ve değnekleri, yaptıkları sihirden ötürü kendisine sanki yürüyorlarmış gibi geldi."Sağ elindekini atıver, o, onların yaptıklarını yutar. Çünkü onların yaptıkları ancak bir büyücü tuzağıdır. Büyücü ise, her nerede olursa olsun başarıya ulaşamaz."Sonunda bütün sihirbazlar secdeye kapandılar, "Musa ile Harun'un Rabbine iman ettik" dediler."Doğrusu biz hem günahlarımıza, hem bizi zorladığın sihre karşı, bizi bağışlasın diye, Rabbimize iman ettik. Allah (sevabça senden) daha hayırlı ve (azab verme bakımından da) daha devamlıdır.“
 - Karşılarında açık deliller halinde âyetlerimiz okunduğu zaman o zalimler: "Bu, başka değil, sırf sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir adam." dediler. Ve: "Bu (Kur'ân), başka bir şey değil, sırf uydurulmuş bir iftira" dediler. O kâfirler, hak kendilerine geldiği zaman: "Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değil." dediler.


Muhammed KAZAN 

CİNLER


•Cin Kavramı?
•Kur’an ‘da Cinler ve Özellikleri?
•Cinler Haber Çalabilir mi?
•Hz Peygamber Cinlere Kur’an Okumuş mudur?
•Cinler İnsana Görünebilirler Mi?
•Cinlerle Evlenilir mi?
•Cinlerin Eşya Üzerindeki Tasarrufu Mümkün müdür?
•Değişik Din ve Kültürlerde Cin İnancı?


•CİN NEDİR?
     Cin “cenne” kökünden gelen bir kelimedir.”cennet” ve “cinnet”de aynı kökten gelir.”Mecnun” kelimesi ise ismi mef’uldür ve cine tutulmuş gibi bir manaya gelmektedir. Cin kavramı ;Cenne Cinne Cenin gibi bazı türevleri ve benzer kelimeleri ile birlikte Arap dilinde saklanmayı ve gizli kalmayı ihtiva etmektedir.Bu da gösteriyor ki Arapların zihninde, cinlerin gizli ve kapalı olduğu anlaşılır ve düşünce onlarda yer etmiştir.
     Cinin sözlük anlamına gelince; Örtmek, örtünmek, gizli kalmak anlamına gelir.Yani zatında değil de bizim için kapalı veya akla kapalı demektir. Terim anlamı ise duyularla idrak edilemeyen insanlar gibi şuur ve iradeye sahip olunan,ilahi emirlere uymakla yükümlü tutulan ve mü’min ile kafir gruplarından oluşan varlık türü anlamlarına  gelir.
     Kuran'ı Kerim’de cinne, can ve cin kelimeleri geçmektedir. Bunlardan “delilik” anlamındaki cinne üç yerde “cin topluluğu”,can iki yerde “yılan”, beş yerde “cin” anlamına gelmektedir.     Yirmi iki yerde geçen cin kelimesi de melek ve insan dışındaki üçüncü varlık türü karşılığında kullanılmıştır.

AYETLERDE CİN KAVRAMI
     Hud/119 Rabbinin "And olsun ki cehennemi hep insan ve cin ile dolduracağım" sözü yerine gelmiştir. “Cinne “ kavramı Kur’an’da cin sözcüğünün eş anlamlısı olarak kullanılmaktadır. A’raf/184. Düşünmüyorlar mı ki, arkadaşları olan peygamberde deliliğin eseri yoktur. O ancak açıkça uyaran bir kimsedir. “Cinne” kavramı Kur’an’da cunun(delilik) kavramının gösterdiği anlamı ifade etmek için kullanılmıştır.
2/275. Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Cinne ile Cin ve Cinne ile Cunun arasındaki bu benzerlik Arapların Cin ile Cunun arasında bir ilişki olduğuna inandıkları ve Onların, insandaki deliliği, cinlerin etkilerinden biri olduğuna  bağladıklarını gösterir.
Enbiya/82. “Dalgıçlık yapan ve bundan başka işler de gören şeytanlardan da onun buyruğu altına verdik. “Şeytan kavramı da Kur’an’da cin kavramının eş anlamlısı olarak kullanılmıştır.

KUR’AN’A GÖRE CİNLER VE ÖZELLİKLERİ
     •Rahman/15. Cinleri de yalın bir alevden yaratmıştır. Bu âyetin "yanan ateşten" diye çevrilen kısmında geçen mâric kelimesi sözlükte "çalkalanan, yerin­de durmayan" ve "kansan, karıştırıcı" anlamlarına gelmektedir. Birinci manaya göre bu kısım "dumansız saf alev", ikinci mânaya göre ise "kansan, nüfuz eden dumanlı ateş" şeklinde açıklanmıştır. Bir çeşit ateşten yaratılmış ama; ne parıldatıp yanan bir ateş ne de sadece kömür gibi siyah bir duman. Demek cinler maddenin esaslarından olup etrafa şerareler saçan bir ateşten yaratılmışlardır.
     Cinler madde alemine  “nar ve mearic”ten bir takım varlıklar olmakla beraber zi şuurdurlar.Bu yönleriyle bitki hayvan gibi diğer canlılardan ayrılıp bizim gibi mükellef sırasına girerler. Burada cinler,akıl sahibi olmaları açısından Peygamberlerin tebliğlerine muhatap olmuş, mükellefiyet sahibi varlıklardır. Bir başka yönüyle bu ayeti Kur’an da cinlerin mahiyetlerinin “dumansız ateşten, nüfuz edici ateşten” varlıklar olarak betimlenmesinden hareketle onların karbon asidinden  dumansız ateşten yaratıldıkları göz önüne alındığında canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen radyoaktif ışınlardan, yaratıldığını gösterdiği ufoların ve uzaylıların aslında cinler olduğu yönünde yorumlayanlar da bulunmaktadır.
Cin/1-2. De ki: "Cinlerden bir topluluğun Kuran'ı dinlediği bana vahyolundu; onlar şöyle demişlerdir;" "Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kuran dinledik de ona inandık; biz, Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız."
Bu ayette de Hz. Peygamber’in tebliğine  muhatap olmuşlar ve bir kısmı iman etmiştir.
A’raf/179. And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.
     Mü’min ve kafir diye ikiye ayrılan cinlerin iman edenleri kurtuluşa ve ebedi saadete ererek cennete girecekleri, inanmayıp küfürde kalanlar ise azaba uğrayacaklardır.
En’am/128. Allah hepsini toplayacağı gün, "Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız" der, insanlardan onlara uymuş olanlar, "Rabbimiz! Bir kısmımız bir kısmımızdan faydalandık ve bize tayin ettiğin sürenin sonuna ulaştık" derler. "Cehennem, Allah'ın dilemesine bağlı olarak, temelli kalacağınız durağınızdır" der.
Cinlerin de insanlar gibi Allah’a karşı yalan uydurdukları haber verilmiştir.   Bu ayetler onların akıl ve irade sahibi olduklarını göstermektedir.
A’raf/27. Ey İnsanoğulları! Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. Sizin onları görmediğiniz yerlerden o ve taraftarları sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanlara dost kılarız. İnsanlar cinleri göremedikleri halde cinler onları görmektedirler.
Sebe’/14. Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun ölümünü cinlere farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azap içinde kalmazlardı.
Bu ayete bakıldığında da cinlerin gaybı bilemeyeceği anlaşılmaktadır.
En’am 6/130 “Ey cin ve insan topluluğu; size içinizden ayetlerimi anlatan ve şu(korkunç)gününüzün geleceğini haber verip sizi korkutan peygamberler gelmedi mi? Onları, Rablerinin huzuruna çıkarıldıkları zaman bir görsen! Allah: "Bu gerçek değil mi?" der; onlar, "Evet, Rabbimiz hakkı için gerçektir" derler. Allah da "Öyleyse inkar etmenizden ötürü azabı tadın" der.* En’am 6/130
     Yukarıdaki ayetlerde cinlere de insanlara da elçiler gönderdiğini bildirerek ahirette yaptıklarının kendilerine sorulacağını belirtmiştir.

CİNLER HABER ÇALABİLİR Mİ?
     •Hicr/17. Onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. /18. Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa, parlak bir ateş onu kovalar. /19. Yeri yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir ölçüye göre bitirdik.
Saffat/6-11, Mülk/5 ayetleri şeytanların bir takım şeylere kulak verdiklerini bu yüzden taşlarla  ve ateş korlarıyla kovulduklarını haber vermektedir. Cinlerin gökten bir şeyler işitmek amacıyla değişik yerlere oturdukları ve sonra birden katı bekçiler  ve ateş korlarıyla karşılaştıkları ifade edilmiştir. Şuara 210 ve 212. ayetleri şeytanların bir şeyler duymaktan alıkonduğunu dile getirmektedir.
     Burada aniden katı bekçiler ve ateş korlarıyla karşılaşmalarının gaybi bir şey olmayıp evrende gelişen bir olay olduğu düşünüldüğünde peygamberlikten önceki Arapların, cin şeytanlarının göklere çıktıklarına  ve orada bir takım haberler çaldıklarına  ve insanlardan bir sınıfla ilişkiye geçerek onlara bu haberleri ilettiklerine inandıkları  çıkarılabilir.
     Peygamberlerin  peygamberlikle görevlendirilmesinden hemen önce pek çok gök taşlamasına şahit olmaları onları dehşete düşürmüş  ve bundan dolayı da mühim bir olayın vuku bulmasının beklentisi içine girmişlerdi diyebiliriz. Saffat ayetlerinde bunu destekleyen güçlü bir ipucu vardır. Şeytanları ve onların parlak ateş korlarıyla kovulmasını kaydettikten sonra Peygamber’e, Allah’ın güçlü, büyük yaratıkları karşısında kendilerinin gücünün ne kadar olduğunu sorması emrediliyor. Ki onları dahi Allah’ın azabı kuşatmıştır. Tabiidir ki bu soru ancak bilenlere yöneltilebilir. Zira bu bilgi delili daha da sağlamlaştırır ve karşı tarafın delilinin çürütülmesine neden olur.
     Bu ayetler grubu ve onların paralelindeki ayetler cinlerle ilgili gaybi ve imani hakikatleri ihtiva etse de peygamberlikten önceki Arapların cinlerle ilgili bir takım inanç düşünce  ve  mefhumlarına ışık tutar.
     Cahiliyye döneminde yaygın olan, cinlerin yüksek semalara çıkarak Allahtan bilgi aldıklar veya çaldıkları dolayısıyla gaybi bilgilere muttali oldukları yolundaki yanlış inancı Kur’an  şiddetle reddetmiştir.Kur’an da cinlerden bahseden ayetlerde üzerinde en fazla titizlik gösterilen konu onların gaybı bilmeyecekleridir.
Ayetlerin hedef aldığı doğrular ve kavramlar eğer muhatabın bunlar hakkında bir ön bilgisi varsa daha etkileyici olur. Dolayısı ile bu ayetlerle Arapların anlayışlarının paralel olduğuna işaret edilmektedir.
     Cahiliye Arapları,büyücülerin kahinlerin, şairlerin, sihirbazların cinlerle irtibatlı olup onlardan ilham aldıklarına cinlerin de gökten kulak hırsızlığı yoluyla haberler çalıp bunları kahinlere verdiklerine, bu yüzden onların ardından gökte kayan ışıklar atıldığına inanırlardı. Bu inanca sahip olan Cahiliye Arapları, Kur’an’ın da cinler tarafından gökten çalınıp Hz.Peygamber’e atıldığını sanmışlar, bu yüzden O’na kâhin, şair, sihirbaz ve mecnun demişlerdi. Onların bu düşüncelerini reddetmek için ayetlerde cinlerin ağzından, artık eskisi gibi göğe sokulup haber çalamadıkları, atılan ışınlarla kovuldukları anlatılmaktadır.
Şuara 210/212 “Onu şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da .Çünkü onlar (meleklerin sözünü) dinlemekten uzaklaştırılmışlardır.”

HZ. PEYGAMBER CİNLERE KUR’AN OKUMUŞ MUDUR?
     •En’am/112 Aldatmak için birbirlerine cazip sözler fısıldayan cin ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık. /130. "Ey cin ve insan topluluğu! Size ayetlerimi anlatan, bugünle karşılaşmanızdan sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" "Kendi hakkımızda şahidiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı da inkarcı olduklarına, kendi aleyhlerinde şahidlik ettiler. Cinlere de peygamber gönderildiği ve onlara da buyrukların tebliğ edildiği açıklanmıştır.
 Zariyat/51. "Allah'ın yanında başkasını tanrı kılmayın; doğrusu ben sizi O'nun azabı ile açıkça uyaranım."
Ahkaf/29. Kuran'ı dinleyecek cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik. Onlar Kuran'ı dinlemeğe hazır olunca birbirlerine: "Susun" dediler. Kuran'ın okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletlerine döndüler. 46/30. Şöyle dediler: "Ey milletimiz! Doğrusu biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği ve doğru yolu gösteren bir kitap dinledik."
46/31. "Ey milletimiz! Allah'a çağırana (Muhammed'e) uyun ve O'na inanın da Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azabdan korusun."

CİNLER GÖRÜLEBİLİR YA DA FARKLI ŞEKİLLERE BÜRÜNÜRLER Mİ?
     İslam alimlerinin bir kısmı bazı hadisleri delil alarak melekler gibi şeytan ve cinlerin de yaratılmış oldukları asli suretlerinin dışında başka şekillere büründüklerini söylemişlerdir. Er Razi de cinlerin başka şekillere giremeyeceklerini böyle bir şeyin kabulü durumunda dünyada insanlara güvenin kalmayacağını ve onların Peygamberlerin suretlerine giremeyeceklerini aksi takdirde dinden olan hiçbir şeye güven kalmayacağını söylemektedir.
     El Ferra da cebrail’in dıhyetü’l kelbi, Süreka bin Malik şekline girmeleri gibi olayların ancak Allah’ın iradesi ile meydana gelebileceğini Cebrail’in(a.s) Hz.Meryem’e “Düzgün bir insan suretinde görünmesinin de böyle olduğunu belirtmiştir. Peygamberimizin Cebrail, şeytan ve cinleri gördüğüne dair hadisler de vardır. Kur’an’ı Kerim’den Hz Peygamberin Cebrail’i asli suretini de gördüğünü söyleyenler  aşağıdaki ayetleri delil olarak gösterirler.
Necm/5-7. Ona, çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan Cebrail öğretmiştir; en yüksek ufukta iken doğruluvermiş.
/8. Sonra yaklaşmış ve inmiştir. /9. Araları iki yay aralığı kadar veya daha da yakın oldu. /10. Allah o anda kuluna vahyedeceğini etti. /11. Gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı. /12. Ey inkarcılar! Onun gördüğü şey hakkında kendisi ile tartışır mısınız? /13-14. And olsun ki o, Cebrail'i sınırın sonunda başka bir inişinde de görmüştür.

     Bu açıdan melek cin ve şeytanların ince, şeffaf, ruhani bir yapıya sahip oldukları, asli vücud yapılarının insanlarınki gibi yoğunlaştırılmamış olduğu da bir gerçektir. Meleklerin ve cinlerin şeffaf, ince bir vücud yapısına sahip olmaları, istisnai hallerde Allah’ın iradesiyle kesafet kazanmaları ya da Peygamberlerin onları görebilecek göz yapısına kavuşturulmaları da imkan dışı değildir.
     İmam Şafii bu konuda; Adalet sahibi kimselerden olduğu halde kim cinleri gördüğünü ileri sürerse, şahitliği reddolunur. Allah’u Teala’nın “o ve kabilesi, sizin onları görmediğiniz yerden sizi görürler” ayetine muhalefet etmesinden dolayı da azarlanır. Cinleri gördüğünü söyleyen kimse bir Peygamber olursa o başkadır.
     Bu konuda İslam alimlerinin farklı yorum ve yaklaşımları vardır. Ancak İmam Şafii’nin de belirttiği gibi diğer insanların cinleri görmeleri söz konusu olmamalıdır. Gerek insanların tarihi müşahede  ve tecrübesi gerekse ilgili ayetin aksini bildirmesi sebebiyle diğer insanların cinleri görebildikleri konusunda  güvenilir bilgilere ulaşılmamıştır.
     Bakıldığında cinler Hz Peygamber’e iman etmeye geliyorlar,ondan Kur’an dinliyorlar, Allah’ın emir ve yasaklarını öğreniyorlar.Bu sebeple onların Hz Peygamber’i görüp işitmeleri nasıl gerekli oluyorsa Hz Peygamber’in de onları görmesi ve işitmesi  ve sorularına cevap vermesi açısından lüzumludur.Çünkü o insanların ve cinlerin peygamberidir.
     Bu konuda Elmalı, Süleyman Ateş gibi müfessirler, insanın şeytanı görmediğini, mahiyet itibariyle bu gözümüzle değil  ancak manevi gözle görülebileceğini kaydederek ,”Muhakkak ki Peygamber, şeytanı meleklere mahsus, manevi bir güçle görmüştür. Bu basiret gözüdür. Bazı velilerin cinleri gördüklerini  bizzat kendi ağızlarından dinlemişizdir” demektedir.
     Buradan anlaşıldığına göre Peygamber ve bazı büyük insanlar, melek, cin, şeytan gibi ruhani varlıkları asli suretleriyle görebilecekleri gibi, Allah’ın iradesi doğrultusunda onların kesafet kazanmalarıyla da başka şekilde görebilirler.
     Sonuç olarak normal insanların onları göremeyeceklerini, cinlerin ve insanların vücut yapılarının buna uygun olarak yaratılmadığı, Peygamberler ve manevi açıdan büyük insanların Allah’ın izni ve iradesiyle cinleri görebildiklerini söyleyebiliriz.

CİNLERLE EVLENMEK
      İslam alimleri Kur’an’ı Kerim’de yer alan bazı ayetler dayanarak cinlerin kendi aralarında evlenip, yapılarına uygun aile hayatı yaşayarak çocuk sahibi olduklarını söylemişlerdir. Bu konuda delil getirilen Ayetlerden birisinde Kehf/50. Meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik. İblis'ten başka hepsi secde etmişti. O, cinlerden idi. Rabbinin buyruğu dışına çıktı. Ey insanoğulları! Siz Beni bırakıp onu ve soyunu dost mu ediniyorsunuz? Halbuki onlar size düşmandır. Kendilerine yazık edenler için bu ne kötü değişmedir!
      Yukarıdaki ayet cinlerin de yapılarına uygun bir şekilde cinsel ilişkide bulunduklarını ve zürriyete sahip olmak için kendi aralarında evlendiklerini göstermektedir.Bu konuda İslam alimleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak cinlerle insanlar evlenebilirler mi? Cinler mensup bir kadın ile insan neslinden bir erkek ya da kadın ile cin erkeği evlenebilir mi? Bu mümkün ve islama göre caiz olur mu?
     Cahiliye dönemi inancına bakıldığında “Fatıma bint Numan adlı Yesribli bir kadına bir cin erkeği musallat olmuştu  Eve geldiği zaman bu kadına saldırıyordu.O cin erkeği yine bir gün  adeti üzere gelerek duvara yaslandı ve daha önceleri yaptığı gibi davranmadı. Bunun üzerine Fatıma ; niçin içeri gelip önceden yaptığın şeyi yapmıyorsun ? Diye sordu bu rivayet Cahiliye dönemi halkının cinlerin insanlarla cinselilişkide  bulunabileceklerine inandıklarını göstermektedir. Bir başka rivayet de  Sebe Melikesi Belkıs hakkındadır. Bakıldığında Bu ve buna benzer rivayetler israiliyyat kaynaklı olduğu görülmektedir.
     Bir insanın cinlerle evlenmesi mümkün değildi.Ayrıca her iki cinsin evlenmeleri, cinsel ilişkide bulunup çocuk sahibi olmaları yaratılışları açısından da mümkün değildir.Çünkü cinler ruhani insanlar ise cismani varlıklardır.
     Sonuç olarak insanlarla cinler arasında nikahın mümkün olmadığını konuyla ilgili olarak zikredilen dini delillerin delillerin sadece bunun caiz olmadığını değil aynı zamanda böyle bir şeyin fiilen de mümkün olmadığını söyleyebiliriz.Halk arsında rastlanılan  bu tür rivayetlerin asılsız olduğunu cinlerle evli olduğunu ileri süren kimselerin ise ruhsal açıdan rahatsız olduklarını  ve tedaviye ihtiyaç duydukları söylenebilir.

CİNLERİN EŞYA ÜZERİNDE TASARRUFU MÜMKÜN MÜDÜR?
     Kur’an’ı Kerim’in bildirdiğine göre Hz Süleyman ‘ın emrinde, cinler de vardı. Neml/17-37,38-40 ayetler, cinlerin yüksek bir hıza sahip olduklarını gösterdiği gibi, onların aynı süratle eşyayı bir yerden diğer bir yere nakletme gücüne sahip olduklarını da ortaya koyar. Burada cinlerden olan İfrit’in “Bunu yapmaya gücüm yeter ve bana (bu konuda)güvenilir” demiştir. Cinin bu işi nasıl yapacağı konusunda ayrıntılı bir bilgi yoktur. Cin sadece  bu işi “Hz Süleyman’ın makamından kalkmadan” yapabileceğini söyleyerek hızına işaret edilmektedir.
     Yukarıdaki ayetlerden bir eşyayı,onun mahiyetini değiştirmeden ışık hızıyla çok uzak mesafelere götürebilecekleri ağır yükleri kaldırabilecekleri anlaşılan cinler acaba insanın dünyasına müdahale etme hakkına sahipler midir? Canları isteyince ya da kafaları kızınca insanın evine koyduğu eşyaları alıp başka yere koyabilirler mi? Bu sorulara şu maddeleri sıralayarak mümkün olmadığı kanaatine varılabilir.
Ø  Allah kendisine halife seçmiş ve yeryüzünde tasarruf hakkını ona vermiş, şeytanların anası olan İblis’e bile secde etme emrini vermiş Allah da ona vesvese ve kötü telkin yapmaktan başka kulları onun bir hakimiyeti bulunmadığını bildirmiştir.
Ø  Bir de sünnetullah bu şekilde düşünmemizi gerektirmektedir. Buna göre zelzele, fırtına,yağmur, sel zamanın eskitmesi gibi tabii sebepler dışında yeryüzünde insanın meydana getirdiği eserlerin kendisinin dışında cin-şeytan vs varlıkların eliyle yerlerinin değiştirilmesi Allah’ın öteden beri süregelen kanunlarına aykırıdır.

GENEL OLARAK CİNLER
     •72/1-2. De ki: "Cinlerden bir topluluğun Kuran'ı dinlediği bana vahyolundu; onlar şöyle demişlerdir;" "Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kuran dinledik de ona inandık; biz, Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız." 72/3. "Doğrusu Rabbimizin yüceliği her yücelikten üstündür. O, zevce ve çocuk edinmemiştir." 72/4. "Doğrusu aramızdaki beyinsiz, Allah'a karşı yalanlar uyduruyordu." 72/5. "Doğrusu insanların ve cinlerin Allah'a karşı yalan uydurabileceklerini sanmazdık." 72/6. "Gerçekten, bir takım insanlar, cinlerin bir takımına sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı." 72/7. "Doğrusu, onlar da sizin, Allah'ın kimseyi yeniden diriltmeyeceğinizi sandığınız gibi sanıda bulunmuşlardı." 72/8. "Doğrusu biz göğü yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle (ışınlarla) doldurulmuş bulduk." 72/9. "Doğrusu biz, göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk; ama şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözleyen bir ateş (ışın) buluyor." 72/10. "Yeryüzünde olanlara kötülük mü murad edildi, yahut Rableri onlara bir iyilik mi dilemiştir, doğrusu biz bilemeyiz." 72/11. "Doğrusu aramızda iyiler de vardır, bundan aşağı bulunanlar da vardır. Biz, türlü türlü yolda olan topluluklardık."
Neml/39. Cinlerden bir ifrit: "Sen yerinden kalkmadan önce sana onu getiririm, buna karşı güvenilir bir güce sahibim" dedi.
Hicr/27. Cinleri de, daha önce, dumansız ateşten yarattık.
En’am/100. Cinleri O yaratmışken kafirler Allah'a ortak koştular. Körü körüne O'na oğullar ve kızlar uydurdular. Haşa, O onların vasıflandırmalarından yücedir.
En’am/128. Allah hepsini toplayacağı gün, "Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız" der, insanlardan onlara uymuş olanlar, "Rabbimiz! Bir kısmımız bir kısmımızdan faydalandık ve bize tayin ettiğin sürenin sonuna ulaştık" derler. "Cehennem, Allah'ın dilemesine bağlı olarak, temelli kalacağınız durağınızdır" der. Doğrusu Rabbin hakimdir, bilendir.
Saffat/6. Şüphesiz Biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik.
Saffat/7. Onu, inatçı her türlü şeytandan koruduk.
Saffat/8-9. Onlar yüce alemi asla dinleyemezler. Her yönden kovularak atılırlar. Onlara sürekli bir azap vardır.
Saffat/10. Hele bir tek söz kapan olsun; delici bir alev onun peşine düşüverir.
Sebe/14. Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun ölümünü cinlere fark ettirdi. O, ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azap içinde kalmazlardı.
72/12. "Yeryüzünde kalsak da Allah'ı aciz bırakamayacağımız, başka yere kaçsak da, O'nu aciz kılamayacağımız gerçeğini şüphesiz anladık."
72/13. "Şüphesiz, doğruluk rehberi olan Kuran'ı dinlediğimizde ona inandık; kim Rabbine inanırsa, o, ecrinin eksiltileceğinden ve kendisine haksızlık edileceğinden korkmaz."
72/14. "İçimizde, kendini Allah'a vermiş olanlar da, yazık edenler de vardır. Kendini Allah'a veren kimseler, işte onlar, doğru yolu arayanlar, ona layık olanlardır."
72/15. "Kendilerine yazık edenlere gelince; onlar, cehennemin odunları oldular."
Ahkaf/29. Kuran'ı dinleyecek cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik. Onlar Kuran'ı dinlemeğe hazır olunca birbirlerine: "Susun" dediler. Kuran'ın okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletlerine döndüler.
Neml/82. Dalgıçlık yapan ve bundan başka işler de gören şeytanlardan da onun buyruğu altına verdik. Onların hepsini gözetiyorduk.

     Kur’an’da cinler, Allah’ın dumansız bir ateşten yarattığı, insanları gören, fakat onlara görünmeyen bir varlık kategorisi olarak anılmaktadır.Yukarıdaki ayetlerde de görüleceği gibi cinler irade sahibi varlıklardır ve onlar da insanlar gibi denenmektedirler.Onların yer yer insanlarla ilgilendikleri,kur’an’ın haberlerinden ve bu ilişki üzerine üretilen edebiyattan anlaşılmaktadır.
     Cahiliyye döneminde yaygın olan, cinlerin yüksek semalara çıkarak Allahtan bilgi aldıklar veya çaldıkları dolayısıyla gaybi bilgilere muttali oldukları yolundaki yanlış inancı Kur’An  şiddetle reddetmiştir.Kur’an da cinlerden bahseden ayetlerde üzerinde en fazla titizlik gösterilen konu onların gaybı bilmeyecekleridir.
     Hadislere baktığımızda cinlerle alakalı oldukça bol malumat bulunmaktadır.Hz peygamberin cinlerle konuşmuş olduğu,hatta rivayete göre namazını bozmaya çalışan bir cini yakaladığı ve onu ashaba göstermek için bir yere bağlamak istemişse de daha sonra bundan vazgeçip serbest bıraktığı başka bir hadis rivayetinde de Hz peygamberin geceleyin bir grup cinle bir arada bulunmuş , onlara Kur’an okumuş,sabah olunca da durumu ashabına anlatıp yaktıkları ateşin kalıntılarını kendilerine göstermiştir. Yine çeşitli rivayetlerde cinlerin yiyip içtiği; Hz peygamberin cinlere de peygamber olduğu, cinlerin Kur’an dinledikleri ve müslüman oldukları, cinlerden Allah’a sığınılması gerektiği, çeşitli deliklerin cinlerin meskenleri olduğu ve buralarda hacet gidermenin yasaklandığı gibi daha çok bilgi bulmak mümkündür.

DEĞİŞİK DİN ve KÜLTÜRLERDE CİN İNANCI
     Tarihe baktığımızda insanların tarih boyunca Tanrı dışında bir takım görünmeyen sıra dışı varlıklara inandıklarını görürüz. Hatta insanların değişik devirlerde ve coğrafi bölgelerde bu varlıkların iyilerine ve kötülerine farklı isimler vermişlerdir.
Eski Asurlular ve Babilliler arasında toplumun her kesiminde ruh ve cinlere inanılır, bunların insanlara musallat olduklarında onlardan uzaklaştırılmaları için çeşitli çarelere başvurulmuştur. Eski Yunanlılar’da Daimon, Tanrı ile insan arasında aracılık yapan yarı tanrı bir varlık anlamında kullanılmıştır.
Batıda olduğu gibi doğuda da ruhlar ve cinler her zaman önemini korumuştur
     Çinliler’de cinler ve ruhlar görünmez alemi kapsar. Çinliler cinlerin her yerde bulunduğuna onların ölüleri canlandırabileceğine, mezarları,yol kavşaklarını ve akrabalarının evlerini sık sık ziyaret ettiklerine inanırlar
     Japonlar’da da görünmeyen varlıklar hayvan ve insan ruhları,hayaletler,cinler ile ilgili inançlar vardır. Onlar da bu konuda Çinlilerden etkilenmişlerdir.
     Hintliler’de cinni varlıklar iki gruba ayrılır.İnsanlara iyi davranan I.gruptakiler gökte bulunur bunlar iyilerdir II. gruptakiler ; ise yeryüzünde,mağaralarda ve yer altında yaşarlar bunlar düşmanlardır.Hastalık sıkıntı ve ölüm getirirler.
     Türklere baktığımızda da müslüman olmadan önceki inanışlarında  dünyanın ruhlarla dolu olduğu gibi benzer yanlar bulunmaktadır.

I.YAHUDİLİKTE CİN İNANCI
      Yahudilerde cinlerin varlığının kabulünün yana sıra cinlerin insan ve hayvanların içine girerek onları delirttiğine inanıldığını gerek Yahudi ve Hrıstiyan kutsal metinlerinde gerekse de K.Kerim’de geçen ayeti kerimelerde bahsedilmektedir. Yahudilikte iyi olsun kötü olsun bütün ruhani varlıkların Tanrı’nın kontrolünde olduğu belirtilir. Bu metinlerde şeytan bile insanların Tanrıya itaatleri konusunda bir hizmetçi ve elçi olarak görülür.
      Yahudilik’te Şeytan’ın cennetten kovulması cinlerin başına geçmesi ve sonunda Mihael ve semavi ordu tarafından mağlup edilmesi önemlidir. Bu anlayış daha sonraki dönemlerde de yaygın kabul görecektir. Öyleki islam dünyasında vaaz kitapları ve tefsir çeşitlerinde şeytan ve cinlerle alakalı buna benzer hikayelere oldukça sık rastlanılmaktadır.

II. HRİSTİYANLIK’TA CİN İNANCI
     Hristiyanlık’taki cin anlayışı Yahudilik, Maniheizm, Greko-Roman geleneklerinin bir karışımıdır.Daha çok da M.Ö ki Yahudi metinlerinden etkilenmiştir. Cinlerin varlığına Hristiyanlar da inanmaktadır.Gerek incillerde gerekse Pavlus’un Mektupları gibi Hristiyanlarca kutsal sayılan metinlerde cinlere oldukça yer verildiği görülmektedir.

III. İSLAM  ÖNCESİ ARAP TOPLUMU
     İslamiyet Öncesi Arap toplumunun inancında ruhlar iyi ve kötü güçlerin önemli bir yeri vardır.Ruhlar aleminin iyi ve faydalı olanlarını meleklerle cinlerin bir kısmı,kötü ve zararlı olanlarını da şeytan ve cinlerin bir kısmı teşkil ediyordu.Cahiliye arapları cinleri, yeryüzünde  oturan ilahlar olarak kabul ediyor,meydana gelen pek çok olayı onların yaptığına inanıyorlardı. Cahiliye Arapları cinlerin de kabile ve gruplar halinde yaşadıklarına,birbirleriyle savaştıklarına fırtına gibi bazı tabi olayların cinlerin işi olduğuna inanıyorlardı. Yine Kur’an cinlere de insanlara da elçiler gönderdiğini bildirerek ahirette yaptıklarının kendilerine sorulacağını belirtmiştir.

         “Ey cin ve insan topluluğu;size içinizden ayetlerimi anlatan ve şu (korkunç) gününüzün geleceğini haber verip sizi korkutan peygamberler gelmedi mi? En’am 6/130
Onları, Rablerinin huzuruna çıkarıldıkları zaman bir görsen! Allah: "Bu gerçek değil mi?" der; onlar, "Evet, Rabbimiz hakkı için gerçektir" derler. Allah da "Öyleyse inkar etmenizden ötürü azabı tadın" de
          Kur’an’da cinlerin tabiatüstü güçleri olduğu ve değişik işler yapabildikleri anlatılmaktadır.
Özellikle Hz Süleyman’ın anlatıldığı bölümlerde onun cinleri çeşitli işlerde çalıştırdığı ifade edilmekte ve bu cinlerden ona mihraplar, timsaller ve havuzlar gibi çanaklar ve sabit kazanlardan her ne isterse yaptıkları ve Hz Süleyman’ın cinleri kontrol edişinin Allah’ın izniyle olduğu yer almaktadır.